OYSA HEPSİNİN SAÇI VARDI! VE ŞARKI DA SÖYLEMİYORLARDI!

OYSA HEPSİNİN SAÇI VARDI! VE ŞARKI DA SÖYLEMİYORLARDI!

OYSA HEPSİNİN SAÇI VARDI! VE ŞARKI DA SÖYLEMİYORLARDI!

Dünyanın çivisi çıkmış deyip duruyoruz da yine de çiviyi yerine oturtmak için pek gayret gösterdiğimiz söylenemez. Dünyanın varoluşunu mantıksal bir çizgide açıklamayı başarmışız da saçmalıklarla örülü bir hale gelmesinin önüne geçememişiz.

Yolsuzluklara karşı tepkimizi tencere tava çalarak gösteriyoruz. Ülkenin gidişatından memnuniyetsizliğimizi başka bir ülkede sil baştan bir yaşam kurma hayaliyle bertaraf ediyoruz. Adaletin yerine getirilmesi için cezaevi kapılarında nöbet tutuyoruz. Koca dünyanın derdini klavyemizin başında elektronik imza vererek değiştirmeye çalışıyoruz. Buna inanıyoruz da üstelik. Birbirimizi aktivist olmaya teşvik etmek için posta kutumuza gelen mesajları her türlü iletiyoruz.

Ülkenin bir kültür ve sanat eğitimi politikası yokken, okulları, kursları, atölyeleri sanat eğitimi almak için doldurup taşırıyoruz da sanat izleyici kitlesini bir gıdım genişletemiyor, salonları dolduramıyor, sanat dergilerini yaşatamıyoruz. Popülerin, fenomenin, trendin peşinden sürüklenerek beynimizi ve ruhumuzu her türlü kaygıdan arındırdığımızı sanıyoruz.

Neyse ki bu saçmalıklar içinde arada bir de olsa doğru çabalarla karşılaşmıyor değiliz. Biyolojik yaşı genç olan sanata gönül vermiş bunca insan varken aklının ve ruhunun gençliğine güvenen ve iyi de yapan bir avuç aydın sanatçı, 30 yıl önce ara verdikleri yerden kendi kumpanyalarını kurarak sanat yapmaya karar veriyor.

Ve çalıştıkları ilk metinle de kaldıkları yerden, sessiz ve derinden doğan daha büyük bir enerjiyle geldiklerini hissettiriyorlar. Klasik ve geleneksel tiyatronun hiçbir unsurunu barındırmayan “Kel Şarkıcı”, Eugène Ionesco’nun 1950’de yazdığı ilk oyundur. Daha sonra ‘Absürt Tiyatro’ olarak adlandırılacak ve tartışmalar yaratacak bu tür, her türlü çerçeveye, rutine bağlanmış sisteme, mantığın ve duyguların eşlik ettiği davranış kalıplarına karşı bir duruş sergiler. Oyunda bir hikâye örgüsü olmadığı gibi, mekân ve zaman kavramlarını da göz ardı eder. Oyun kişilerini sanki bir kapı deliğinden gözetliyor gibiyizdir; ne konuşmalarına ne de hareketlerine tam bir anlam yüklemek mümkün değildir. Hatta hakim olduğumuz dil bile anlam veremediğimiz şekilde bize yabancılaşır birden. Şimdiye kadar belli bir ifade biçimi olarak kullanmaya alışageldiğimiz kelimeler, cümleler ters yüz olmuş gibidir sanki. Algımızda boşluklar yaratan bir kurgu vardır karşımızda.

İşte bu boşluklar… bu anlamsızlıklar… bu kayboluşlar… çağın insanının hâl-i pür melâlidir. Smith ve Martin çiftlerini, soyadlarından gayri ayırd edebileceğimiz hiçbir karakteristik özellikleri yoktur. Ha biri ha ötekidir özetle. Konuşmaları görünürde bir sohbet olsa da ne çıktığı bir yer vardır ne de vardığı bir nokta. Niyet, karar, dilek, beklenti, soru, sitem, memnuniyet, keder… Oyun kişilerinde ve birbirleriyle ilişkilerinde bu duyguların hiçbirini hissedemeyiz. Bu sözde ilişki aynı uzayda bulunmaktan öteye geçip de iletişim boyutuna erişememiştir.

Orta sınıftan iki çifttir sahnedekiler. Birbirlerine sarf ettikleri kelimelerin kifayetsiz kalması bir yana çıkardıkları sesler bile en basit duygularını ifade etmekten yoksundur. Gülünç bir acizliktir karşımızdaki manzara. Bir saatin yeknesak ritmi bile akrep ve yelkovanın ağır adımlarına sebebiyet verir de bu insancıkların ritminin 70 dakika sonra bile onları bir yere vardırmadığını farketmek bir tokat gibi çarpar yüzümüze.

Yönetmen Kerem Kurdoğlu, yüzümüze çarpan bu tokadın şiddetini o kadar iyi ayarlamış ki oyun sırasında güvenli koltuklarımızda oturup seyrederken herhangi bir rahatsızlık, bir huzursuzluk hissetmememize rağmen oyun bittiğinde bir an kalakalıyoruz. O an içinde hem kendimizi dinliyor, hem nasıl bir dünya içinde yaşamakta olduğumuzu sorguluyor, yeni bir hikâye dinlememenin hem hoşnutsuzluğunu hem umutsuzluğunu yaşıyoruz. Ve o an geçer geçmez de 70 dakikadır seyrettiğimiz dünyanın bir benzerine kendimizi teslim ediyor, konuşmaya, gülmeye, eleştirmeye devam ediyoruz.

Maya Kurdoğlu’nun dekor tasarımı bir taraftan bize çok tanıdık gelirken bir taraftan da hiçbir yere oturtamıyoruz. Tıpkı bir oyunun sonuna doğru evin Smith’lerin mi Martin’lerin mi olduğunu anlamamızın önüne set çeken kurgu gibi. Levent Soy’un ışık tasarımı bize sterilize edilmiş bir dünya algısı yaratıyor. Hem sterilize hem içi boşaltılmış. Bu boyutsuzluk algısıyla Ionesco’nun parodisini başarıyla destekliyor. Çağdaş Yarman’ın ses ve müzik tasarımı eşliğinde Zeynep Günsür’ün bu boyutlarından arındırılmış mekanda ve zamanda vücutlara eklediği ritmin bizde refere ettiği hiçbir çağrışım yok. Tam da olması gerektiği gibi: Anlamlandıramadığımız bir aksiyon içinde olduğumuzun bir yansıması bu hareketler.

Aslıhan Eraltan, Aydın Soysal, Aygen Tezcan, Aykut Altın, Hasan Uzma, Özden Dilek Karakışla… Bu ekibin bir artniyeti olduğu belli. Göründükleri kadar masum olamazlar. Bize birşeyler demek istiyorlar. Esaslı birşeyler söyleyecekler. Çaktırmamaya çalışıyorlar; bunu da gayet iyi beceriyorlar.

Sözün özü “Kel Şarkıcı”, ArtNiyet’in niyetini açığa vurdu. Merakla bekleyeceğimiz yeni işleriyle bakalım hangi duygularımıza dokunacak, hangi değerlerimizi sorgulatacaklar? Yolları uzun ve açık olsun ki merakımızı giderebilelim!

Oyunun Künyesi
Yazan: Eugene Ionesco
Yöneten: Kerem Kurdoğlu
Yapım Danışmanı: Naz Erayda
Dekor ve Kostüm Tasarımı: Maya Kurdoğlu
Hareket Tasarımı: Zeynep Günsür
Işık Tasarımı: Levent Soy
Müzik ve Ses Tasarımı: Çağdaş Yarman
Dramaturji: Şevki Evrendilek
Oynayanlar: Aslıhan Eraltan, Aydın Soysal, Aygen Tezcan, Aykut Altın, Hasan Uzma, Özden Dilek Karakışla 70’ tek perde


Daha fazlasi icin..