BAŞKALARININ ACISINA BAKMAK MI ONLARA KULAK VERİP HİKÂYELERİNİ ANLAMAK MI İŞTE BÜTÜN MESELE BU…

BAŞKALARININ ACISINA BAKMAK MI  ONLARA KULAK VERİP HİKÂYELERİNİ ANLAMAK MI  İŞTE BÜTÜN MESELE BU…

BAŞKALARININ ACISINA BAKMAK MI

ONLARA KULAK VERİP HİKÂYELERİNİ ANLAMAK MI

İŞTE BÜTÜN MESELE BU…1

Ayşe Draz

Temmuz 2017

Milo Rau, 2007 yılında kurduğu Uluslararası Politik Cinayet Enstitüsü  (IIPM-International Institute of Political Murder) ile birlikte sahnelediği işler ve de aralarında film, sergi ve kitapların da bulunduğu gerçekleştirdiği çeşitli projelerle adından son yıllarda sıkça söz ettiren bir yönetmen. İsviçre doğumlu sosyolog, gazeteci, öğretim görevlisi, film ve tiyatro yönetmeni Rau tiyatro alanında özellikle politik ve belgesel tiyatroya getirdiği yeni yaklaşım ile ön plana çıkıyor. İstanbul izleyicisi onu 2016 yılında, 20. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında İstanbul’da sahnelenen Nefret Radyosu adlı oyunu ile tanıdı. 1994 yılında Ruanda’da gerçekleşen soykırımı ele alan oyunda, geçmişte yaşanmış olayların yazılı ve sözlü tanıklıkları üzerine yapılan kapsamlı araştırmalar sonucunda soykırımı teşvik eden ve kurmaca olmayan bir radyo yayını, kulaklıkları ile oyuna dâhil edilen izleyici/dinleyiciler için yeniden kurgulanarak canlandırılıyor/seslendiriliyordu. Üç tarafı cam bir odadan oluşan sahne tasarımı izleyiciyi, radyo yayınının gerçekleştiği yayın odasında yaşananları ‘röntgenlemeye’, bir radyo yayının sıradanlığından sıyrılarak nasıl nefret söylemini çok tehlikeli bir silaha dönüştürdüğüne ‘tanıklık etmeye’, bu dönüşüme ‘kulak vermeye’ davet ediyordu. Sahnede ‘izlediklerimiz’ Rau’nun topladığı gerçek verilerden yola çıkarak kendi hayal dünyası doğrultusunda kurguladıklarından oluşuyor olsa da kulaklıklarımızdan ‘duyduklarımız’ sadece gerçek tarihten ibaretti ve de kelimelerin bazen eylemlerden daha etkin, daha şiddetli olabileceğinin kanıtıydı. Oyunu izleyenler hatırlayacaktır, oyunun belki de en can alıcı anı bu radyo yayınının faillerinden tek ‘beyaz’ ve de yönetmenin kurmaca olmadığının ta en başından altını çizdiği karakterin, radyo stüdyosunun cam duvarlarından izleyiciye dönerek illüzyonu kırıp onları kulaklıklardan çalan yüksek tempolu müziğe dans ederek eşlik etmeye davet ettiği andı. [1] Benim unutamadığım ise işte tam da o anda, tanıklık ettikleri şiddet dolu tarihi ve kulaklıkları aracılığıyla suç ortağı olmaya davet edildikleri vahşeti unutarak ayağa kalkıp yüksek tempolu müziğe danslarıyla eşlik eden bazı seyirciler oldu...

Çalışmalarına Almanya ve İsviçre’de devam eden Milo Rau işlerinde, Ruanda’daki soykırım ve Doğu Kongo’daki ekonomik savaş, Yugoslavya’daki iç savaş, Rusya’daki ifade özgürlüğü meselesi, Norveçli terörist Anders Breicik’in davası, Avrupa’da artan yabancı düşmanlığı gibi yakın tarihimizden ve hala güncelliğini koruyan konuları ele alarak birçok yönetmenin cesaret edemeyeceği tartışmaları tiyatro aracılığıyla sahneye taşıyor.[2] Bunu yaparken de multimedya araçlarının kullanımını ile zenginleştirilmiş yeni bir teatral estetik sunuyor.[3]

Rau’nun Merhamet. Makinalı Tüfeğin Tarihi (Compassion. The History of the Machine Gun) adlı oyunu ise 2016 Ocak ayında, Thomas Ostermeier’in sanat yönetimindeki Berlin Schaubühne am Lehniner Platz’da prömiyerini yaptı ve o zamandan beri hem Schaubühne’de hem de turneye gittiği çeşitli yerlerde sık sık sahneleniyor. Bu sefer Rau işe çok daha güncel bir mesele, Suriye iç savaşından sonra ortaya çıkan göç sorunu ile yola koyularak başlıyor. Ancak Avrupa’nın coğrafi sınırlarına kadar gelip dayandığı ve bugün batı dünyasının politikalarını fiilen etkilediği ve hatta belirlediği için (yükselişteki ulusalcılık, teşvik edilen yabancı düşmanlığı, yeniden şiddetlenen ayrımcılık, vb.) gündeme yerleşen bu sorunun temelinde yatan gerçeğin, yirmi küsur yıl önce Afrika’da yaşananlardan pek de farklı olmadığını ortaya koyuyor.  Batı dünyasının, dolaylı veya dolaysız sebep vermiş, teşvik etmiş olduğu savaşların mağdurları hep ‘öteki’ler; ama bu ‘öteki’lerin acılarına ‘bakmak’ araya coğrafi mesafe girdikçe fotoğraf ve ekranların yabancılaştırıcı etkisiyle kolaylaşıyor ancak seslerini duymak, hikâyelerini dinlemek ise adeta imkânsızlaşıyor. Hatta bazen oyunun ana karakteri kadının yaptığı gibi biz fiilen orada bulunuyor olsak ve bu hikâyeler kulağımızın dibinde kaçamayacağımız bir şekilde bangır bangır kendilerini duyurmaya çalışsalar bile, biz CD çalara bir Beethoven parçası koymayı ve sesini sonuna kadar açarak kendimizi oradan ‘uzaklaştırmayı’ tercih ediyoruz.

Oyun, Kongo iç savaşından kurtularak Avrupalı bir aile tarafından evlat edinilen Consolate’nin hikâyesini sahne üzerindeyken kendisini kameraya alıp projeksiyona yansıtarak kısaca aktarmasıyla açılıyor. Daha sonra adeta bir savaş alanının geride bıraktığı yıkıntılarla dolu sahneye Michael Haneke’nin başyapıtı Beyaz Bant (Das Weisse Band) filmini izlemiş olanların filmdeki yalın performansından hatırlayacakları İsviçreli oyuncu Ursina Lardi giriyor. Bu proje için oyunun yönetmeni ile birlikte yaptıkları saha araştırmalarından ve hazırlıklardan söz etmeye başlıyor. Projeksiyonda bize gittikleri yerleri haritadan (ki Türkiye’deki göçmen kamplarını da ziyaret etmişler) gösteriyor ve orada tanıştıkları göçmenlerle karşılaşmalarının video görüntülerinden tutun da televizyon ve bilgisayar ekranlarından çok aşikâr olduğumuz imgeler eşliğinde bizi bir yolculuğa çıkarıyor. Sahnede uzun süre bakmaya maruz bırakıldığımız görüntüler arasında Aylan Kurdi’nin sahile vurmuş cesedi de var. Oyuncu bize yönetmen ile belki sahnede canlı bağlantı kurarak aramayı düşündükleri için Kurdi’nin babasının telefon numarasını aldıklarını ama bu fikirden daha sonra vazgeçtiklerini aktardıktan sonra eğer biz aramak istersek diye Kurdi’nin babasının telefon numarasını veriyor. Lardi’nin canlandırdığı karakterin[4] bu saha araştırmaları esnasında karşılaştığı durum karşısındaki soğukkanlılığından sadece bizlerin değil kendisinin de rahatsız olduğunu öğreniyoruz ve yavaş yavaş oyuncunun monoloğu bizleri Akdeniz kıyılarında başlayan ama Afrika ormanlarının derinliklerinde devam eden ve gittikçe karanlıklaşan bir yolculuğun içine sürüklüyor. İsviçreli oyuncu bize oyuncu olmadan önce Kongo’da bir sivil toplum örgütüne bağlı olarak öğretmenlik yaptığını ve iç savaş esnasında karşılaştığı dehşet karşısında nasıl soğukkanlılığını korumak zorunda kaldığını aktarıyor. Ancak oyuncu bize geçmişini ve Kongo’da yaşadığı dehşetin detaylarını, dışsal görüntülerden soyutlanmış bir biçimde yalın monoloğu aracılığıyla aktardıkça, onun etrafındaki nasırlaşmış kabuğun da soyuluşuna ve yavaş yavaş soğukkanlılığını kaybedişine, insanlaşmasına tanık oluyoruz. Lardi’nin canlandırdığı karakterin hikâyesini ve bir Batılının gözünden Afrika’da yaşanmış vahşetin detaylarını dinledikten sonra bu sefer tekrardan siyahi Consolate beliriyor projeksiyonda. Daha doğrusu kendisini kameraya alıp projeksiyona yansıtıyor gene. Şiddet sahnelerini estetize etmesiyle ün yapmış Tarantino’nun Inglorious Bastards filminden, intikam peşindeki Yahudi kızı Shoshanna’nın bir sinema salonuna topladığı Nazilere dev ekrandaki görüntüsünden seslendiği sahneden bahsediyor,  bizlere, çoğunluğu beyazlardan oluşan tiyatro salonunda toplanmış izleyiciye seslenirken.

Oyunun izleyiciye yönelttiği soruları Rau zaten ‘başkalarının ıstırabına nasıl katlanırız ve neden bunu izleriz? Neden Avrupa kapılarındaki tek bir ölü Kongo iç savaşındaki binlerce ölüden daha önemlidir?’ olarak tanımlamış ve oyunun merkezine ‘sadece merhametimizin değil Avrupa hümanizminin sınırlarını sorgulamayı’[5] aldıklarını belirtmiş. Ancak bunu gerçekleştirirken etik ve estetik katmanlar birbirinin içine dikkatle ve ustaca örülmüş ve de sahnedeki oyuncu Ursina Lardi’nin performansı izleyici üzerinde kolayca unutulmayacak bir etki bırakıyor. Rau bizleri, Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak kitabında da tespit ettiği gibi felaket ve şiddet imgelerinin körelttiği insanlığımızla, adeta tiyatronun en temel aracı olan yalın hikâye anlatıcılığı aracılığıyla, simdi ve burada yüzleşmeye davet ediyor... Zaten elimizdeki cep telefonları, tabletler, bilgisayarlar ve ekranlardan başkalarının acısına bakmayı bırakıp onların hikâyelerine kulak vermemizin zamanı çoktan gelmedi mi?

1 Bu yazı, Art Unlimited dergisi için yazılmış olup ilk defa Art Unlimited dergisinin Yaz 2017, 41. sayısında yayınlanmıştır.

[1] Nefret Radyosu adlı oyun ile ilgili daha detaylı bir inceleme okumak isteyenler http://danzon2008.blogspot.de/2016/05/parantezden-yaylan-zaman-ve-mekan.html blog yazısına ve Milo Rau ile bu oyun hakkında yapılmış röportaja http://www.zorunlusahne.com/milo-rau-nefret-radyosu-karamsar-sert-ve-guclu-bir-oyun/ göz atabilirler.

[2] Rau’nun ve IIPM’in çalışmaları ile ilgili daha detaylı bilgi edinmek isteyenler, http://international-institute.de/en/about-iipm-2/ web sitesine bakabilirler. 

[3] IIPM, Zürih Üniversitesi’nde sanatta gerçekçilik üzerine yapılmış araştırmalardan yararlanarak 2017 yılında estetik kuramı üzerine yeni bir kitap yayınlamaya hazırlanıyor.

[4] Rau özellikle gerçek ile kurgu arasındaki sınırları bulanıklaştırıyor; Lardi’nin gerçekten kendi hikâyesini mi anlattığını yoksa İsviçreli bir oyuncu kadını mı canlandırdığını bilemez oluyoruz. Ancak Rau’nun izleyiciyi maruz bıraktığı ‘gerçeklik’ karşısında zaten bunu hiçbir önemi de kalmıyor.

[5] http://www.schaubuehne.de/en/produktionen/mitleid-die-geschichte-des-maschinengewehrs.html