BU SESE KULAK VERMEK İSTER MİSİNİZ?

BU SESE KULAK VERMEK İSTER MİSİNİZ?

BU SESE KULAK VERMEK İSTER MİSİNİZ?1

Ragıp Ertuğrul

Mayıs 2012

İkinci yılını sürdüren Biteatral, 18. İstanbul Tiyatro Festivali’nde Jean Cocteau’nun “İnsan Sesi” oyununu sahneledi. Bu yersiz, zamansız oyun, Cem Baza ve Ayşe Lebriz Berkem’in yönetmenliğinde Berkem’in oyunculuğuyla seyirci karşısına çıktı. Çıktı ama çıkmalı mıydı sorusu da beynimizi tırmalıyor.

“İnsan Sesi”, öncelikle oyun broşüründe iddia edildiği gibi sıra dışı bir yazarın sıra dışı hayatının izlerini taşımıyor. Sanatçı olmanın zaten sıra dışılığı içinde barındırıyor olduğunu bilmemizin yanı sıra “İnsan Sesi”nin gayet sıradan bir hikâye sunduğunu kabul etmeliyiz.

Esasında, bu sıradan hikâyeyi yönetmenin nasıl yorumladığına yönelik merakımız bizi bu oyunu izlemeye sürükledi. Biteatral’in rejisinin tamamiyle oyunculuk performansına dayalı olarak oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Sevgilisinden ayrılmasının ertesinde, yalnızlığın eşiğinde duran bir âşık kadının, hayal kırıklığına, kırgınlığına, yorgunluğuna ve yılgınlığına telefonda eski sevgilisiyle yaptığı kesik ama uzun telefon görüşmesi aracılığıyla tanık olunuyor. Kesik, uzun, ama uzadıkça kendini yok eden bir konuşma... Kendi içinde eriyen bir kadın...

Griden siyaha doğru hızla ilerleyen bir ruh haline rağmen, ortamı inatla kırmızıyla dolduran bir koltuk, bir telefon ve oyu nun sonunda büyüyen bir leke. Bir iç kanamanın adeta dışa vurumu olarak gözler önüne serilen bu tasarımın monoloğun ve solan bedenin etkisini son derece aşağıya çektiği ortada. Pardeü, mektuplar, mumlar, boş içki şişeleri, uzun telefon kablosu, çakıl taşları ve bir tas su... Bunlar ruhunu kaplayan, sesine gözüne dolan umutsuzluğa rağmen derdiyle mücadele etmeye çalışan kadın için çok fazla ve renkli oyuncaklar...

Ayşe Lebriz, daha önce Mutlu Günler ve Medea’daki performanslarının nerdeyse birebir aynı ruh halini sahiplenen performansıyla “İnsan Sesi”ni bizim dâhil olabileceğimiz bir dünyaya taşıyamıyor. Öğretilmiş, öğrenilmiş bedensel hareketler maalesef bedenin doğal kıvrımları arasına sokulamıyor bile. Ve ister kırmızı telefon kordonu olsun, ister ıslak bir parça sünger dramatik estetiği yakalayamıyor.

Berkem, makyaj yapmayarak daha doğal bir oyunculuk sergilenebileceği saplantısından uzaklaşması gerek. Çünkü sahne üzerinde yüzüne her an doğru ışık yansıtılamayacağından sarı bir yüz üzerinde karanlık gözlerle kalıveriyor. Yapmaya çalıştığı ve eminim ki yüzüne yansıdığını düşündüğü jest ve mimikler o karanlığın içinde bir yerlerde kendi başına dolanıp duruyor.

Işığın oyuncuyu kaçırdığı anlar, mimikleri de mizanseni de kesintiye uğratıyor. Oyuncuyu bıraktığı noktada seyirci de duyguyu askıya alabiliyor. Işık tasarımında bu riski göze almamak en doğrusu. Öte yandan fona yansıyan gölge video görüntüsü yeni olmayan ama metne yakışan bir şıklık kazandırmış. Yalnız kafama takılan şu: kadının sahnede sürdürdüğü devinim mi gerçek olan yoksa gölgede kalan sıkışmışlık mı? Sıkışmayı ve bunalımı sahne üzerinde görmek ve gölgenin bağımsızca ve çılgınca bir yere gittiğini hissetmek seyirci üzerinde daha yoğun bir his uyandırmaz mıydı?

Ne dersiniz? Bu sese kulak vermek ister misiniz?

1 Bu yazı, Tiyatro… Tiyatro Dergisi’nde yayınlanmıştır.