MÜNİR ÖZKUL’DAN RADYO-YU HÜMAYUN’A UZANAN HİKÂYE ANLATICILIĞIMIZ

Hepimiz kendi hikâyelerini olabildiğince sıcak kurmaya çalışan küçük insanlarız. İş, bu hikâyeyi olanca sıcaklığıyla anlatabilmekte. Bunun en iyi örneklerini, Münir Özkul’un Arzu Film ile çektikleri filmlerde gördük, güldük, öğrendik.

MÜNİR ÖZKUL’DAN RADYO-YU HÜMAYUN’A UZANAN HİKÂYE ANLATICILIĞIMIZ

MÜNİR ÖZKUL’DAN RADYO-YU HÜMAYUN’A UZANAN HİKÂYE ANLATICILIĞIMIZ1

Bahar Akpınar

Ocak 2018

Bu yazı, hali hazırda benim için yazması zor bir yazıydı. Epey yazdım, sildim. Erteledim. Tam yeniden başlıyordum ki üstat Münir Özkul’un vefatı güne karıştı. Böylece yazıyla olan ilişkim daha da karmaşıklaştı. Bu gibi zamanlarda samimiyetten başka sığınılacak bir liman bilmiyorum. Yine öyle olacak. Hayattaki en yakın arkadaşımın oyununu, onu hiç tanımayan biri gibi yazma samimiyetsizliğini yapmam mümkün değil. Bahsettiğim yazar Özlem Lale. Söz konusu oyunu 2017 yılının son Perşembe akşamı, Ankara Devlet Tiyatrosu Akün sahnesinde prömiyer yapan Radyo-yu Hümayun. Oyunla ilgili düşüncelerime geçmeden önce sahne üzerinde kime ve neye güldüğümüz konusunda birlikte düşünelim ve Münir Özkul’u analım istiyorum.

Tiyatro, insan hikâyesini anlatmaya her ne kadar krallar ve kahramanlarla başlasa da, iş komediye geldiğinde bu makam, mevki, güç sahibi insanlara gülmekten çekinir. 2500 yıl önce neye gülüyorduk derseniz, sahnedeki o rol kişisinden mutlak biçimde daha üstün olmanın verdiği kibirle sahneye bakıp o kişinin saflıklarına, cimrilik vb. gibi tutumlarına, beceriksizliklerine güldüğünüzü söyleyebilirim. Bu nerden bakarsak bakalım bir ezen-ezilen ilişkisidir. Çünkü bu gülmece evreni içerisinde seyreden kişi kendini asla sahnedeki rol kişisi yerine koymaz. O her koşulda iyi ve doğru olandır. Dahası kimse ona öyle gülemez.

Ne mutlu ki, atomu parçalamadan önce insanlık tarihinin gülerek geçirdiğimiz dönemlerinden birinde gülmenin devrimci bir eylem olduğunu fark ettik. Böylelikle sahnede güldüğümüz rol kişileri değişmeye, bize benzemeye, bizim gibi olmaya başladılar. Tam da bu dönüşte küçük insan hikâyeleri öne çıkmaya başladı diyebiliriz. Peki, kimdi bu küçük insan? İstisnasız hepimiz, her birimiz kendi hikâyelerini olabildiğince sıcak kurmaya çalışan küçük insanlarız. Acısı, tatlısı ne varsa toplamına ömür dediğimiz bu hikâyenin sıcak olmaması, insana sıcak gelmemesi mümkün değil. İş, bu hikâyeyi olanca sıcaklığıyla anlatabilmekte.

Bizler bunun en iyi örneklerini, yazıyı yazdığım bugünden itibaren rahmetli diye anacağımız büyük üstat Münir Özkul’un Arzu Film ile çektikleri filmlerde gördük, güldük, öğrendik. Belli bir kuşak için çocukluktan bir parça gibi itinayla saklanan bu filmleri, bizim için özel yapan şey iddialı mesajlar, ahkâm kesen akıl vermeler yerine konu aldıkları insanların hikâyelerini olanca sıcaklığıyla anlatmalarıydı. Arzu film aile filmleri ve tarihi filmler serilerine baktığımız zaman, çok iyi oyuncular, çok samimi hikâyeler ve zamana yenilmeyen bir mizah anlayışı görürüz. Münir Özkul bu filmlerin hemen hepsinde oyuncu, oyuncu koçu gibi farklı pozisyonlarda karşımıza çıkar. Bu duruşu onu Arzu film ekolü olarak adlandırabileceğimiz güçlü bir akımın başrolüne oturtur. Aile filmleri serisi sıcak aile dramları olmasının yanı sıra, 70’li yıllardaki kadın-erkek rolleri açısından farklı bir noktada durur. Kadın ve erkek cinsiyete yüklenen toplumsal rollerin kaba hatlarla çizili olduğu bir dünyada kadınlar ister ev hanımı, ister genç kız olsun tamamı ayakları yere basan, kendi kararlarını alan, istedikleri insanlarla evlenmek için gerekirse ayak direten özgür bireyler olarak karşımıza çıkar. Bu aile dramlarında Münir Özkul’u aile babası olarak görürüz. Çekinilen bu baba figürü, duygularını açık açık gösteremese de tavrını her zaman kendinden sonraki neslin, kendi kararları doğrultusunda bir hayat kurmaları yönünde kullanır. Fedakâr, çalışkan ve şefkatlidir. Karşısında kimi zaman gözünü para hırsı bürümüş bir fabrikatör, kimi zaman anlayışsız bir baba, kimi zaman kıymetini anlamayan ailesi vardır. Canlandırdığı roller üzerinden kendi sözlerine uzandığımızda karşımıza farklı bir insan çıkmaz. Münir Özkul, 1970’de Abdi İpekçi’ye verdiği röportajında ‘eğer Allah varsa, en büyük düşmanıma en iyi durumu hazırlasın’ diyecek kadar insan seven, yaşam karşısındaysa ‘yaradılış olarak çok mahcup çok sıkılgan bir insanım. Genellikle kendimi çocuk hissediyorum. Bu bana çok ıstırap verdi’ diyecek kadar korunmaya muhtaçtır. Onun bu korunup kollanması, üzerine titrenmesi durumu gerek hayatına değenlere, gerekse seyircilerine öylesine bulaşmıştır ki, tartışılmadan koşulsuz kabul edilen salt bir gerçeğe dönüşmüştür. Münir Özkul’a baktığımız zaman kendi küçük hikâyemizi anlamlı kılan değerleri görürüz. O hikâyeyi sıcak kılmak, Özkul’a şefkatle yaklaşmakla başlıyor. Bugünden itibaren o artık anlatandan çok, aktarılması gereken bir hikâyeye dönüştü. Ne mutlu ki, çoğunu ebediyete uğurladığımız bu kıymetli insanların yerine yeni hikâye anlatıcıları geliyor. İşte Özlem Lale bu hikâye anlatıcılarından biri.

Radyo-yu Hümayun, iki ayrı paşa ailesinden gelen ve sıfırı tüketmek üzere olan genç kuşak üyelerinin Osmanlı’ya radyoyu getirerek yeniden varoluş mücadelelerini komedi yoluyla anlatan bir oyun. Sahnede kardeşler arasındaki tatlı sert itişmelerden aşka, tam ‘yırttık’ derken tepetaklak olmaya ve yeniden mücadeleye devam etmeyi konu alan sıcak bir hikâye anlatılıyor. Oyun tam da bu yönüyle son yıllarda Devlet Tiyatrosu sahnelerinde sıkça görmeye başladığımız Osmanlı dönemi oyunlarından ayrılıyor. Radyo-yu Hümayun kendi iklimini, kendi coğrafyasını koca bir dönemden soyutlayıp küçük insanın hikâyesine odaklıyor. Bu hikâyede zamanın ötesinde mucit kafalarıyla Hayri ve Kenan, sadece iyi niyetten ve hassas bir ruhtan teşekkül Mehmet, ablalıkla aile reisliği iç içe geçmiş tatlı sert Hayrünnisa, hayatı bu dört kişiden daha iyi tanıyan, işler sarpa sardığında bir çözüm bulan Efser kalfa bize çok sıcak ve tanıdık geliyor.

Bu oyunun henüz fikir aşamasından kaleme alınma sürecine kadar yaratım sürecinin şahidi olarak Özlem’in daha ilk replikle oyunun sonuna kadar tıkır tıkır çalışan bir metronom kurduğunu söylemeliyim. Bu metronomu rejisör İlham Yazar aynı dinamiklikle ilk sahneden itibaren kurmayı başarmış. Böylece sahne üzerinde iki saat boyunca oyunun temposu hiç düşmeyen bir oyun yaratılmış. Bu öyle iyi dengelenmiş bir ayar ki, ne gülerken sahne kaçırıyorsunuz, ne de bir sonraki sahneyi beklerken durağan kalıyorsunuz. Oyunun en düşük anında bile sahneye tebessümle bakılıyor. Bu tebessümü nefesleri ve terleri ile olanaklı kılan insanlar hiç kuşkusuz oyuncular.

Şirin Giobbi, Feray Darıcı, Ahmet Burak Bacınoğlu, Serdar Kayaokay ve Tolga Tekin başta olmak üzere oyuncuların hepsi sahnede olağanüstü bir performans sergiliyor. Ekibin kendi arasındaki uyumu, o rol kişilerini severek oynadıkları öylesine belli ki, oyunu tekrar seyrettiğinizde tanıdık birilerini yeniden görmüş gibi oluyor, o kurgu evrene büyük bir aşinalıkla giriyorsunuz. Bu aşinalığın kurulmasında oyunun Çevren Sarayoğlu tarafından tasarlanan kostüm ve Hakan Dündar tarafından yapılan dekor tasarımının etkisi büyük. Her iki tasarımcı oyunun üstüne çıkmayan çok iyi dengelenmiş tercihleriyle mekân ve beden kullanımı ile atmosfer yaratılması konusundaki reji hedeflerini başarılı biçimde yakalamış görünüyorlar. Oyunda canlı bir orkestranın olması, bu atmosfere müziğin kattığı sıcaklık ise apayrı bir seyir zevki veriyor.

Radyo-yu Hümayun içinde absürd ögeler barındıran bir komedi. Bu absürd damar, Pelin Şahin ve Elif Kaman tarafından canlandırılan anlatıcı kadınlar üzerinden kurulmuş durumda. Her iki oyuncu enerjileri ve duruşlarıyla sahneye çok yakışıyor ve rollerinin haklarını veriyorlar. Ne var ki, bu iki oyun kişisinin sırtlandığı absürt evren zaman zaman oyun evreni ile fazlasıyla iç içe geçiyor. Kendi küçük hikâyeleri olmayan ve sahnede olan bitene yer yer müdahale edip, yönlendiren bu iki rol kişisi aslında pek de bir fikrimizin olmaması gereken başka bir evrene ait olmalıyken oyunun çok içindeler. Ancak o kadar sıcaklar ki, bu ufak karmaşa sahnenin enerjik atmosferinde kayboluyor.

Radyo-yu Hümayun insana umut veren bir oyun. Umutlu olmayı hatırlatan, bunun ne kadar kıymetli olduğunu anlatan bir hikâye. ‘Katı olan her şeyin buharlaştığı’ yeryüzünde ‘insanın en kıymetli sermayesi umut değil de nedir ki? Sıcak hikâyelerin ve anlatıcıların giderek eksildiği günümüzde sahneye tutunmak isteyenlere Radyo-yu Hümayun bunu hatırlatıyor.

Başta Münir Özkul olmak üzere, hayatımızdaki tüm kapıların her zaman umuda, sevgiye, aşka ve beraber yaşamanın güzelliğine açıldığı bir dünyayı bize öğreten, anlatan ve yaşatan herkese sevgi ve minnetle…

1 Bu yazı, www.bianet.org’da yayınlanmıştır.


Daha fazlasi icin..