ŞİİR İLE DÜŞÜNMEK, TİYATRO İLE YAŞAMAK

ŞİİR İLE DÜŞÜNMEK, TİYATRO İLE YAŞAMAK

ŞİİR İLE DÜŞÜNMEK, TİYATRO İLE YAŞAMAK1

Yavuz Pak

Nisan 2016

Tiyatro Duende’den İpek Taşdan’ın oynadığı “Çağrılmayan Yakup” oyunu tiyatral güzelliği ve çarpıcılığının yanı sıra, bizleri sanat, şiir ve felsefe bağlamında tarihsel bir sorgulamaya da götürüyor. Edip Cansever’in aynı adlı şiirini sahneye taşıyan oyun, estetik ve felsefi olarak birlikte ele alındığında bütünselliği kavranabilecek bir güzellik sunuyor. Dolayısıyla, oyuna dair düşünsel bir çerçeve çizmek sahnedeki pratiğin anlaşılabilmesi için elzem görünüyor.               

“Şiir ile düşünmek!”… Edip Cansever, eyleyişini bu iki sözcükle tanımlar. Ancak,  duygulanımları, imgeselliği ve üslûbu ile felsefeden ayırır eyleyişini; hatta felsefeyi şiirin karşıtı olarak tanımlar. Oysa Türkiye’nin felsefeyle bu kadar yakından ilgilenen, özellikle “varoluşçu” felsefenin kavramsal dünyasının derinliklerinde bu kadar yol alan şairleri arasında başı çeken O’dur. Sıklıkla şiirlerinde yer verdiği “birey” ve “yabancılaşma” olgularında da varoluşçu düşünürlerin önemli bir etkisinin bulunduğu açıktır; ancak bu etkiyi, felsefi bir akımın edebî metinlere uyarlanması biçiminde değerlendirmemek gerekir.

Gerçekte, Cansever’in felsefeyi şiirin karşısına yerleştirmesi, geçmişi bin yıllara uzanan bir yanılsamanın sonucudur. Rönesans hümanizmi ve Aydınlanmacı felsefe tarafından yıldızı parlatılan Platon’un kifayetsiz talebesi, imparator danışmanı Aristotales’in felsefesi yüceltilirken, iktidar karşıtı hocasının öğretileri tersyüz edilerek yerilir. Bugün de süren bir çatışma halidir bu. Sistemli felsefenin ve estetik felsefesinin kurucusu Platon’un, Devlet'te bütün sanatlar arasından yalnızca askeri müzik ile vatansever şiirlere yer verdiği ve hatta şairi devletten koyduğu rivayet edilir. Cansever, felsefe (bilme) aşkına rağmen ne yazık ki bu rivayetin etkisinde bir ikilik yaşar. Evet, sanat ile felsefe öteden beri hastalık belirtileri göstermiş, gelgitli, çarpıntılı olmuş bir ilişkidir. Ancak, tarihsel olarak felsefe, tragedyaların sorgulamalarından, dünyevi olanla uhrevi olanın çatışmalarından ve ortaya çıkan çözümsüzlüklerin ve çelişkilerin sorunsallaştırılmasından doğar. O günden bu yana da, tiyatro düşüncesi, felsefeden bağımsız olarak açıklanamaz. Zira sanat, politika ve felsefe, birbirleriyle bağlantılı olsunlar mı olmasınlar mı diye sorulacak, birbirlerinden daimi sınırlarla ayrıştırılmış gerçeklikler değillerdir; bilakis bir ve aynı yaşamın bütünsellik içeren farklı veçheleri, duyumsanabilir olanın ortak formlarıdır. “Platon'un Devlet’i bu açıdan iyi bir örnektir. Bu eserde bazen yanlış biçimde,  Platon'un sanatın siyaseten yasaklanmasını vaz ettiği sanılır. Ama Platon'un yaptığı aslında siyaseti geri çekmektir. Duyumsanabilir olana dair paylaşım, sanatkârların kendi işleri dışında bir iş yapmak için zamanları olmadığını iddia ederek “siyaset” unsurunu, şair ile aktörlerin kendilerininkinden ayrı bir kişiliği canlandırdığı tiyatroyu kapatarak da "sanat" unsurunu geri çeker. Cemaatin mekân-zamanına ilişkin aynı düzenleme, her ikisi için de aynı anda iki işi birden yapma imkânını ortadan kaldırır. Sanatkârı siyasetten, mimetikçiyi şehir devletinden kovar. Zira demokrasi ve tiyatro, devleti cemaatin "organik hayatı" olarak biçimlendirmek üzere ayni anda dışlanan, duyumsanabilir olanın aynı paylaşımının iki formu, iki heterojenik formudur.” (1)            

Cansever’in öncülerinden olduğu “İkinci Yeni”ciler, sanatı hayatla buluştururken sadece şiir yazmazlar, aynı zamanda politik, toplumsal ve felsefi olana içkin bir düşünsellik inşa ederler. “Çağrılmayan Yakup”un sarsıcı örneklerinden biri olduğu bu poetika, değişen toplumsal koşullar ve değerler dizgesi içinde bireyin yaşadığı duygu-durumlar üzerine yoğunlaşır. Cansever, Yakup üzerinden kapitalizmin gelişmesi sonucu ortaya çıkan kentleşmenin yarattığı toplumsal dağınıklık, çözülmüşlük, kopukluk içinde makineleşmenin insanda yarattığı bunalımları ve iç çatışmaları ele alır.  “Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak” (2) çabasındadır. 1969’da yayınlanan “Çağrılmayan Yakup,” O’nun bu niyet ve çabasını en iyi biçimde örnekleyen şiirleri arasında sayılır. Şiirde, bireyin “ben”ine, “öteki”ne, zaman-mekân öğelerine ilişkin algı biçimleri ile beklenti ve özlemleri yönünden nasıl sorunsallaştırıldığı açık biçimde görülür. Yakup’un kuşatılmışlık, aşamama, çıkmaza düşme ve çıkış arama gibi duygulardan kaynaklanan bunalımlı ruh halleri ile modern insanın trajedisine içkin “yabancılaşma, yalnızlık, çaresizlik, güvensizlik, anlamsızlık” gibi kavramlar irdelenir. Cansever, çağımız insanının bu trajik durumunu, Spinoza’nın “nedenlerin bilgisizi” olarak tanımladığı bir birey olarak Yakup ve onu kuşatan, bilinçleri sistem tarafından iğdiş edilmiş kalabalıkları temsil eden “kurbağalar” üzerinden anlatır.         Ve bu sanatsal eyleyiş, tam da yukarıda anlattığım gibi, felsefi, politik, toplumsal bir bütünselliğin şiir ile icra edilişine denk düşer.

Oyun boyunca, Taşdan’ın da benzer bir eyleyiş içerisinde olduğunu düşündüm. Taşdan, karakteriyle tam anlamıyla bütünleşen, abartının, süslemenin esamesinin okunmadığı son derece sahici, yalın ve sade bir oyunculukla Yakup’u canlandırıyor. Cansever’in felsefi duruşu ve üslûbu ile bütünleşen oyunculuğu, metnin içeriği ve biçemi ile müthiş bir uyum sağlıyor. Gözleri ile oynayabilme yeteneği ve bedenini çok iyi kullanarak sergilediği dinamizm ile seyirciyi kısa sürede Yakup’un dünyasına götürebiliyor. Sadece 12 taştan oluşan minimal dekoru ve düz mavi elbisesi ile her bir dizenin kurgulanmasından şiirin düşünsel evrenine varana dek tüm detaylar için ciddi bir emek harcandığı belli olan oyun, Yakup’un karmaşık ve zorlu iç dünyasının dehlizlerinde, Taşdan ile birlikte çıkılan keyifli bir yolculuğa dönüşüyor.

İnsanın varoluşsal veçhelerine dair uzun bir yolculuk… Taşlarla çizilen sınırlarda yaşamın anlamını arama çabaları… Sözcükler, hareket, müzik, ışıklar ve yaşam dışarı taşıyor; önce boşlukla, gölgelerle ve sessizlikle sonra seyircilerle yüzleşiyor. Şiir ete, kemiğe bürünüyor; Yakup usulca dokunuyor yüreklerimize, ellerimize… Taşdan’ın jest ve mimiklerinde, gözlerinde, bedeninde Yakup’un açmazlarını, çaresizliğini, yabancılaşmasını okuyor ve çıkış arıyoruz hep birlikte. Oyun bittiğinde, tadı damağımda kalıyor. Yakup’un şiiri de Ruhi Bey’inki kadar uzun olsaydı keşke, saatlerce sürseydi bu şölen, diyorum içimden.     Taşdan’ın sahici sadeliği, Platon’un tiyatronun özünden koparılarak katharsise indirgeyenlere eleştirisini hatırlatıyor bana bir an: “Onlar için tiyatro, cahillerin acı çeken insanları görmeye davet edildikleri yerdir. Tiyatro sahnesinin onlara sunduğu, bir pathos gösterisidir; bir hastalığın, arzu ile ıstırabın, yani cehaletin yol açtığı benlik bölünmesinin tezahürüdür. Tiyatronun yaptığı şey. Bu hastalığı bir başka hastalığa başvurarak aktarmaktır: Gölgelerin esir aldığı bakışın hastalığına. (3) Taşdan’ın sergilediği tiyatral deneyim ise, Platon’un eleştirisine yanıt gibi: İlk erdemine iade edilmiş, katharsisten arınarak özüne döndürülmüş bir tiyatro! İzleyenlerin, imgeler tarafından baştan çıkarılmak yerine bir şeyler anladıkları, edilgen dikizciler olmak yerine sorgulayıcı katılımcılar haline geldikleri bir deneyim.           

Nitekim tiyatro, kendi gerçeklik temelini, her türlü biçim ve üslûp kaygısından önce insanı, toplumu ve bütün bir yaşamı sorgulayabildiği, bunun için gerekli bilgi ve birikim donanımını beraberinde getirebildiği ölçüde bulabiliyor. Tiyatronun “eğlenceye” indirgendiği postmodern çağda,  entelektüel birikim ile yaratıcılığın güçlü diyalektik bağlantısı genellikle gözardı ediliyor. Kuşkusuz bu, iyi düşünebilen herkesin yaratıcı olabileceği anlamına gelmez zira yaratıcılığın ötesinde bazı yetiler gerektirir. Ancak bilgi birikimi ve düşünebilme yetisinin gelişebilmiş olması yaratıcılığın ilk adımıdır. “Düşünme yaratıcılığa değilse bile, yaratıcılık düşünmeye bağlıdır; başka bir deyişle, düşünmesini bilmeyen, yaptığının hesabını veremeyen sanatçı olamaz. Bizde birçok genç yeteneğin kısa süre kendini yinelemeye başlaması, gelişememesi, düşünebilme yetisinin gelişmemiş olmasına bağlıdır. Bu bakımdan eleştiri ve tiyatro, kuram ve uygulama birbirinden ayrılamaz bir bütünü oluştururlar ve “tiyatroda düşünsellik” çok belirleyici bir olgudur.” (4) Genç bir tiyatro insanı olarak İpek Taşdan,  Zehra İpşiroğlu’nun ısrarla altını çizdiği “tiyatroda düşünselliği” sahneye taşıyabilen ender oyunculardan biri olduğunu kanıtlıyor. Yeteneğini yaratıcı düşünselliğiyle bütünleştirebiliyor.

Şiir ile düşünmek; tiyatro ile yaşamak… Aklı ve bedeniyle, İpek Taşdan tam da bunu başarıyor… Cansever’in eyleyişini tiyatro sahnesine taşımak gibi son derece zor, riskli ama bir o kadar değerli ve cesur bir işe imza atıyor. İnsan aklının iğdiş edildiği postmodern pespayeliğin orta yerinde Spinozaca bir “aklın sevinci” yaşatıyor seyreleyenlere… Bunu o kadar iyi yapıyor ki, oyunun sonunda Cansever uzanıp O’nu alnından öpüyor. Aynı anda, katharsis düşkünü Aristotales’in yüzü asılıyor; idea sevdalısı büyük büyük dedem Platon ise gururla gülümsüyor…

 

1 Bu yazı, 2016 yılında Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’nde yayınlanmıştır.

KAYNAKÇA:

1) Rancière, Jacques. “Estetiğin Siyaseti” Sanat, Siyaset. Ed., Ali Artun, İletişim Yayınları, İstanbul,  2011,  s:210

2) Cansever, Edip .” Gül Dönüyor Avucumda”, Adam Yayınları, İstanbul,  1994, s.64

3) Rancière, Jacques. “ Özgürleşen Seyirci”, Metis Yayınları, İstanbul, 2009, s.11

4) İpşiroğlu, Zehra. “Dramaturgi - Tiyatroda Düşünsellik”, İkaros Yayınları, İstanbul, 2013, s.24


Daha fazlasi icin..