“SURATIMIZA” BİR TOKAT İLE TİYATROMUZ KURTULABİLİR Mİ?

“SURATIMIZA” BİR TOKAT İLE TİYATROMUZ KURTULABİLİR Mİ?

“SURATIMIZA” BİR TOKAT İLE TİYATROMUZ KURTULABİLİR Mİ?1

Robert Schild

Ocak 2006

Türkiye’de tiyatronun bir çıkmazda bulunduğu yadsınamaz. Her yıl otuzu aşkın yeni oyunu izleyen bu satırların yazarı, ödenekli kurumlar dışındaki çoğu tiyatro salonlarının ancak üçte birinin dolabildiğini gördükçe, bu konuda derin bir karamsarlığa düşmeden edemiyor - ne var ki, ufukta belirmiş yeni bir tiyatro türü, bazı umutlara yol açar gibi.

Ülkemizdeki sahneleri çok kaba bir tipolojiye tabi tutacak olursak, bunları beş ana gruba ayırabiliriz. İlki, genelde mali kaygıları olmayan ve bu nedenle klasik yapıtların yanısıra geniş kadrolu ve zaman zaman deneysel oyunları dahi sahneleyebilen ödenekli (= belediye ve devlet) tiyatrolardır. İkinci ana grup, çeşitli güldürüler sunarak “hoşça vakit geçirmek” isteyen geniş kitlelere seslenebilen topluluklardır ki, bunları da üç alt kümeye ayırabiliriz: Bol koşturmacalı Fransız bulvar komedileri ile onlardan hareketle İngiliz kökenli “karışıklık” komedyaları da sunanlar; daha çok belden aşağı ve argo sözcük dağarcığını kullanan “yerli malı” oyunlar ile rating peşine düşenler ve en son olarak, Üstün Akmen’in yerinde tanımıyla “Pop Tiyatro” türünü geliştirmiş, TV ve sinema endüstrisinin de ivmesiyle geniş kitlelerce bilinen kimi “yıldız”ların oluşturduğu kumpanyalar. Bu ikinci ana gruptan izleyici kapabilmek için geniş bütçeli veya daha alçak gönüllü yapımlar ile son iki yıldır öne çıkan müzikaller, üçüncü grubu oluşturur. Tiyatroyu bir ileti aracı olarak gören ve gerek şanlı geçmişleri olan iki önde gelen politik tiyatro topluluğu, gerekse son 10-15 yıldır yaşam savaşı veren, sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen birtakım nitelikli sahneler, ödenekli tiyatrolar ile birlikte bu sanatın “asıl” belkemiğini oluşturmayı sürdürüyor. Yeni yeni doğmuş olan beşinci grup ise, kendilerini yukarıda sözü edilen ve aşağıda irdeleyeceğimiz “umut” kaynağı tiyatro türüne adamış sahneler olabilir...

İngiltere’den Türkiye’ye...

1990’ların İngiltere sahne yaşamında yeni bir tiyatro türü belirmeye başlar. Nasıl ki ondan kırk yıl önce gene aynı ülkede John Osborne ve Arnold Wesker gibi “öfkeli genç adamlar” olarak tanımlanan yazarlar, devrimci “angry young men” tiyatro ekolünü yaratıp ülke sınırlarının dışına taşımışlarsa, kısaca “suratına” olarak çevirebileceğimiz “in-yer-face” akımı, şu sıralarda Avrupa’nın en kuzeybatısından en güneydoğusuna kadar ulaşmış bulunmaktadır! Bundan beş yıl önce Devlet Tiyatroları’nda gösterime girmiş olan Martin McDonagh’ın “Leenane’in Güzellik Kraliçesi” ile Martin Crimp’in “Kır”ı yanısıra, ilkinin “Inishmore'lu Yüzbaşı”sı, Patrick Marber’in “Kumarbazın Seçimi” ve Rebecca Lenkiewicz’in “Gece Mevsimi” oyunları gösterimde olan Kenter Tiyatrosuyla birlikte, “Frozen/Donmuş” (Bryony Lavery) ve “Aşk ve Anlayış” (Joe Penhall) ile bu yıl perdelerini açan genç tiyatro topluluğu dot, bu yenilikçi akıma ısrarla göz kırpmakta.

Peki, neler oluyor ki, bu tiyatro türü “izleyicinin suratına” bir tokat gibi patlıyor? Özetle, sahnede tüm alışılagelmiş tabular yıkılmaktadır: Oyuncular izleyicilerin önünde soyunup aşk yapıyor, gerektiğinde mastürbasyona kalkışıyor, tükürüyor ve kusuyorlar; sahnede kaba ve küfürbaz bir dilin kullanılmasından öte, her çeşit şiddet sergileniyor ve bu yoldan içinde bulunduğumuz toplumsal/ekonomik/siyasal ortam bir yandan tüm çıplaklığı ile dışa vurulurken, öte yandan en yeğin biçimde eleştirilmekte... Bu akımın ilk örneklerinden, 1995’de sahnelenmiş Sarah Kane’in “Blasted” oyunu, çağımızda da yaşadığımız (Bosna?) savaşlarda ayaklar altına alınan insanlık değerlerini konu alırken, Mark Ravenhill’den “Shopping and Fucking”, aile içi değer yargılarının yozlaşması ile gelenek ve duyguların yitirilmesini sahneye taşıyor. Sahnelerimize en son gelmiş olan “Aşk ve Anlayış” ise, ilk görünümde bir “üçgen” ilişkiyi konu ediniyorsa da, aslında günümüz metropollerinin cangılında kaybolmuş, yalnız insanların çaresizliklerini işlemektedir.

Her yönüyle kışkırtıcı (agresif / provokatif) olmaya özenen “in-yer-face” türündeki bu oyunların ana amacı, izleyicilerin tepkilerini kurcalamak ve onları eyleme yöneltmektir. Bu eylem, üç türde olabilir: Sahnedeki devinimlerden, olup bitenlere bizzat el atmaya kalkışacak derecede etkilenmek - olayları derinlemesine algılayıp, olası çareler/umarlar üretmeye doğru yol almak- diğer kişileri bu oyunu görmeye özendirmek (tabii ki, oyunun yarısından çıkıp gitmek, diğer bir seçenek olsa gerek; ancak bu yola başvuranlar, yok denecek derecede azdır...)

“Dolaysız” Tiyatroya Doğru

2000 yılında yayımladığı “In-Yer-Face Theatre” başlıklı incelemesiyle bu akıma adını vermiş olan İngiliz tiyatro eleştirmeni Aleks Sierz, öncü yazarlarından Sarah Kane’in, tiyatro türlerini ikiye ayırdığını nakleder: İlki, “spekülatif” (kurgusal, dolaylı) olup, izleyiciyi koltuğunda rahat rahat oturtarak, ona sahnede anlatılanlara “...ilginç - bu konuyu bir düşünmek lazım...” dedirtir; diğeri ise izleyiciye neredeyse nefes aldırtmayan, onu sahne devinimlerinin içine çeken, “dinamik” (eylemli, dolaysız) ve bu bağlamda deneysel bir tiyatro türüdür.

İşte acaba bu tür müdür, Türkiye’deki tiyatro ortamını düzlüğe çıkarabilecek? Özellikle çok izleyici çeken “Pop Tiyatro”da var olan bazı çarpıcı öğeler (argo/küfür) ile birlikte seks ve şiddet gibi eylemleri içinde barındıran “in-yer-face” oyunları, bu yönden -tiyatronun en büyük rakipleri olan- TV (reality show!) ve beyazperdeye de göz kırpıyor; ancak aynı zamanda sıradan izleyiciyi bile yakından ilgilendirecek somut/çağdaş sorunlara da el attıklarından, yukarıdaki sıralamamızda nitelikli olarak sözü edilen (dördüncü) gruba yaklaşmaktadırlar...

Diğer önemli bir öğe, örneğin dot, Oyunevi, Pera gibi küçük ve (koltuk değil de) iskemlelerin sahne ile hemen bitişik düzeyde yer aldığı tiyatrolarda, izleyicilerin oyuncular ile neredeyse dirsek teması sağlayabilmesidir - böylece “dolaysız” tiyatro, daha kolay gerçekleşebilecektir!

Amaç, izleyiciyi tiyatroya çekmekse, onun a) oyunun konusu, b) oyuncuların özyapıları ve c) onların davranış ve devinimleri ile özdeşleştirilmesine çalışılmalıdır. Bu bağlamda, “in-yer-face” akımının tam karşıtı olan Brecht ekolünün “yabancılaştırma efekti” veya klasik tiyatrodan başlayıp Çehov üzerinden Arthur Miller’e dek uzanan türleri ya hiç bilmeyen veya onlardan sıkılmış olanları, “yeni” bir tiyatrosever toplumu olarak algılayıp onlara yönelik özgün tiyatro yapılarak, bu sanat dalına yeni bir yön kazandırılabilir! İşte bunun için 1) geniş kitleleri ilgilendirecek çarpıcı konuları içeren yabancı oyunları seçmek, 2) bu yoldan giderek, bizim yazarlarımızı da böyle konularda yapıt vermeyi özendirmek, 3) izleyicilere “dolaysız”lığı duyumsatacak boyuttaki 50-60 kişilik tiyatroların çoğalmasını sağlamak gerekir ki, artık asıl düşünülecek olan, bu eylemlerin kimler tarafınca, hangi ödenekler ile nasıl gerçekleştirileceği gibi konulardır...

Ne dersiniz - belki de bu tür “girişimci” bir tiyatro / tiyatroyu tutundurma yöntemi ile sahne sanatına karşı ilgi yeşeriverir ve bu yoldan diğer oyun türlerine de yeniden bir yönelim başlar!

1 Bu yazı, Radikal İki’de yayınlanmıştır.