ÖLÜLER ÇAĞINDAN KARANLIK BİR OYUN ELEŞTİRİSİ: BABİL

ÖLÜLER ÇAĞINDAN KARANLIK BİR OYUN ELEŞTİRİSİ: BABİL

ÖLÜLER ÇAĞINDAN KARANLIK BİR OYUN ELEŞTİRİSİ: BABİL

İbrahim Alp Okur

“Herkes inşa edilmiş kulenin altında kaldı!

Herkes inşa edilmiş kulenin altında kaldı!”

Karanlık, geceye bürünüp sokakların üzerini örttüğü zaman büyüyen göz bebeklerinde, tüyleri diken diken olan kulaklarda ve ürperen tenlerde bir sancı başlar. ‘Surların altında kalmış ölüler’in parçalanmış bedenleri, ‘gömülememiş cesetler’in tanıdık kokusu, ‘sesini yitirmiş diller’in boğuk ve ürkütücü sessizliği ve ‘parça parça edilmiş eller’in her yere, her şeye bulaşan ölgün parmak izleri. Uyku perisinin kanadına tutunamamış zihinlere her gece musallat olan sancıdır bu, önce kendi bedeninde, sonra dünyanın yaşlı gövdesinde tutsak olmuş insanların yıldızlara ulaşan ağıtıdır. Yüzyıllar önce yine gökyüzüne ulaşmak istemişti insanlar, taşlarla değil tuğlalarla, harçla değil ziftle, bakışlarla değil tırmanışla ulaşmak istemişlerdi göğün yüzüne. Meydanın sahiplerine meydan okunmuş, yıkım ölümü getirmişti beraberinde, ölüm ise sessizliği…

Sese değil sessizliğe sağırlaştı kulaklarımız, kafamızın içindeki paslı mahzenlerde üretilen kelimeleri dilimizin ucunda bir topak haline getirip tükürürken, konuştuğumuzu sanmıştık. Bizimle aynı dili konuşanlar vardı, bir de konuşmayanlar. Bizden başka bir dildi konuştukları, bu yüzden bizim kulaklarımızda onların seslerinden izler yoktu. Hiçbir rüzgâr, onların fısıltılarını alıp getirmemişti bize. Bu yüzden bir bizimle aynı dili konuşanlar vardı, bir de hiç konuşmayanlar.

Herkes ötekine dilsiz, ötekine sağır yaşamaya başlamıştı. Tüm insanların tek bir halk olup inşa ettikleri Babil Kulesi yıkıldığında surların altında kalanlar, kanlı gövdeleri, parçalanmış yüzleriyle ve artık sahip olmadıkları uzuvlarının sızısıyla yaşarken… Birbirlerinin aynası oldular ve fark etmediler. Başlayan çağın adı, 'ölüler çağı'ydı. Bu çağda hayatta kalabilmenin tek yolu ölmek, öldükten sonra paramparça bir ceset olarak yaşamaya devam etmekti. Ölüler çağında hayatta kalabilmenin temel kuralı herkes kadar ölü olabilmekti.

Aziz Vukolos Kilisesi’nde Arte Oyuncuları ölülerin çığlığını duyurdular bize. Aksamalar hareketlere, boğuk çığlıklar sözcüklere, kırmızılar maviye karıştı. “Tevrat’taki Babil Kulesi’nin yıkılması hikâyesinin parodik okumasına dayanan bir anlatı-oyun” olan Babil, bir anlamda yaşayan ölüleri çıkarıyor sahneye. Bu ölüler insanlığın ilk kutlu kentine doğru yola koyulurken kendi soluk alış verişlerimize yabancılaştırıyor bizi. 'Kuleyi yeniden inşa etmeye yönelen ceset ve seslerin bir hayalet olup uğuldadığı bu yürüyüşte' ileri değil, geçmişe doğru yapılan bir yolculuğa davet ediliyor izleyici. Yan sandalyede oturan benzerimizle bile aynı dili konuşamazken, sahnedeki çığlığa bulanmış sözcüklerle tüm insanlığın tek bir halk olduğu, aynı dili konuşarak Babil Kulesi’ni inşa ettiği ve bunun cezasını da paramparça edilip yeryüzüne kum taneleri gibi saçılarak ödediği zamanlara gidiyoruz.

Cesetler sadece kule yıkıldıktan sonra ölenlere ait değil. İnsanlık dünyanın dört bir tarafına yayıldığında ve ortak dillerini kaybettiğinde, şiddetin dili çıktı sahneye. Artık birbirimizin tenine dokunduğumuzu hissedebilmek için o teni yarıp kanını akıtmak zorundaydık. Madem açılan ağızlardan çıkan hiçbir sesi anlayamıyorduk, o zaman sonsuza dek kapanmalıydı onlar. Bu yüzden kulenin yıkıntıları altında kalan ölülere her geçen gün yenileri eklendi, dünyanın dört bir tarafında yeni mezarlıklar inşa etti birbirini tanımayanlar, tıpkı bir zamanlar Babil Kulesi’ni inşa ettikleri gibi. Tek fark, bunu yaparken birbirlerini görmüyor ve hiç konuşmuyorlardı. Babil Kulesi gökyüzüne uzanırken mezarlıklar yerin yedi kat dibine uzandı, toprağa kök saldı cesetler, oradaki ateşe kanlarımız karıştı, gökyüzüne ulaşmak artık sadece bir rüyaydı.

Gökyüzünün efendileri sevinerek izlediler olanları. Artık insanlık onlara ulaşmak niyetinde değildi, değil ulaşmak onların yaşadığı gökyüzünü bile görmez olmuşlardı. “Aynı dili konuşan, aynı soluğu paylaşan insanların dünyası yıkılmıştı”. Zaman yeni diller üretme zamanıydı. Taştan kelimelerle kurduk yeni dilimizin cümlelerini, bıçaktan cümlelerle oluşturduk söylevlerimizi ve kurşundan söylevlerle duyurduk sesimizi. Ağzımız her açıldığında dünyanın diğer ucundaki benzerimizin cansız bedeni toprağa düştü.

Aziz Vukolos Kilisesi’nin atmosferinde farklı bir anlam kazandı Babil. Kilisenin yüksek tavanı oyuncuların çığlıklarını ve sözcüklerini sessiz bir kasırgaya dönüştürüp yüzlerimize üfledi. Kilisenin tarihî duvarlarına yansıyan kırmızı ışıklar, o duvarlara çarpıp yeni bir boyut kazanan müzikler zamanın başka bir noktasına götürdü her bir izleyiciyi. Babil yalnızca bir tiyatro oyunu değil, aynı zamanda insanlığın ortak ağıtı. Nasıl ki anlamını bilmediğimiz, bizim için hiçbir şey ifade etmeyen ve bizden hiçbir şey eksiltmeyen ölümlere karşı sadece bir duvarsak, insanlığın bu ortak acısına yabancıysanız, bu oyun size yalnızca ürkütücü ve yabancı bir ağıt töreni gibi gelebilir. Eğer dilini bilmediğiniz toprakların özlemini çekmiyorsanız, kendi sesinizin ulaşabildiği sınırlar yetiyorsa size, Babil size göre bir oyun olmayabilir.

Peki, ne oldu da yıkıntıların altında kalan cesetler Babil Kulesi’ni yeniden inşa etmek için yola çıktılar? Ne oldu da kuleyi aynı dili konuşarak inşa eden insanların hayaletleri aynı uğultuyu mırıldanarak yeniden yola koyuldular? İnsanlığın ilk kutlu kentine doğru yola çıkan bu görünmez kalabalık, insanlığın son kutlu kentini inşa edebilecek mi? Hayaletler, yürüyen cesetler ve parçalanmış bedenlerin bir umudu olabilir mi? Umut mudur bu yolculuğu başlatan, yoksa umutsuzluğun en dibine kadar inebilmiş olmanın verdiği katıksız cesaret mi? Sürekli umut ederek yaşamaya devam edenler midir canlı olanlar, yoksa umutsuzluğun yakıcı farkındalığıyla harekete geçmiş ölüler mi?

Bu soruların cevabı Aziz Vukolos Kilisesi’nde değil, oyunun oynandığı herhangi bir sahnede de yanıt bulunamayacak. Bu soruların cevabını bize belki yıllar, yüzyıllar verecek. Ama şundan emin olabiliriz ki, eğer yeni bir kule inşa edilebilirse, bunu sadece insan kalabilenler, kendileri ölü olsalar bile özlerindeki insanlık mayasını diri tutabilenler yapacak. Babil Kulesi o kuleyi inşa eden insanların üstüne yıkılmıştı. Yeni kuleyse Babil’in enkazının tozu ve dumanıyla inşa edilmiş insanların üstüne yıkılacak.

Çünkü…

“İnşa edilmiş herkes kulenin altında kalacak!

İnşa edilmiş herkes kulenin altında kalacak!”