EFSUNLU ŞEHRİN EFSUNLU HİKÂYESİ

Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın heyecanla beklenen yeni oyunu ‘Kalabalık Duası’nı, yönetmeni Güray Dinçol, yazarı Volkan Çıkıntıoğlu ve oyuncusu Tolga İskit ile konuştuk.

EFSUNLU ŞEHRİN EFSUNLU HİKÂYESİ

EFSUNLU ŞEHRİN EFSUNLU HİKÂYESİ

Gülin Dede Tekin

Mart 2020

Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın heyecanla beklenen yeni oyunu ‘Kalabalık Duası’nı, yönetmeni Güray Dinçol, yazarı Volkan Çıkıntıoğlu ve oyuncusu Tolga İskit ile konuştuk.

2016 yılında bir araya gelen ve toplumsal cinsiyet eleştirisiyle de irdeleyip uyarladığı, hayranı olduğumuz ‘Şatonun Altında’ oyunuyla Türkiye tiyatrosu içerisinde bir fark yaratacağının sinyallerini veren Fiziksel Tiyatro Araştırmaları dört yıl sonra, yine kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir oyunla seyirci karşısına çıktı. Her unsuruyla baştan sona insanı etkisi altına alan, hikâyede anlatılan efsunlu şehir gibi efsunlu bir oyun ‘Kalabalık Duası’. Neresinden başlamalı ki anlatmaya. Volkan Çıkıntıoğlu’nun ‘Bir Meşrutiyet Faciası ve Gündüzlerimiz’ metninde de tadına doyamadığımız, gerçeği kurcalayan, yer yer ona çomak sokan muzip dili Kalabalık Duası’nda da devam ediyor. Alnındaki sırrı çözmek için beklemekte olan ve sıkışıp kaldığı şehirdeki bekleyişine son vermek için düştüğü arayışta İstanbul’da yer yer nizamı yer yer keşmekeşin peşinde savrulan bir ‘Adam’ın, bazen Hamuş’un, bazen Hayati’nin bazen de Sırrı’nın hikâyesini izliyoruz sahnede. İzlerken onunla beraber savruluyor, savrulurken nadiren de olsa içimize sızmaya çalışan konsantrasyonu kaybetme riskini yanımızda taşıyarak İstanbul’un efsununa kapılıyoruz. Güray Dinçol’un elindeki metni gerçeğe dönüştürebilmek için yarattığı kusursuz reji metinden rol çalıyor adeta. Anlatının olanaklarını zorlayan, yan yana gelmesini pek de beklemediğiniz birçok unsurun yan yana getirildiği, resim, plastik sanatlar, fotoğraf, çağdaş dans, geleneksel tiyatro, clown ve hikâye anlatıcılığının yekvücut olduğu bir formülü var Dinçol’un. Yer aldığı projelerdeki performanslarıyla mutlaka aklımızda, kalbimizde bir iz bırakan Tolga İskit ise bugüne kadar yaptığı tüm işleri gölgede bırakacak üst düzey bir oyunculuk sergiliyor. Tek kişilik oyunların günden güne arttığı tiyatro camiasında çıtayı çok yükseklere taşıyor. Ruhtan ruha, bedenden bedene, sesten sese su gibi akıyor. Işık tasarımında Utku Kara’nın katkısı çok büyük bu başarıda. Müzik seçimi, dekor ve kostüm de keza oyunla bütünleşmiş. Sürecin kendisine duyulan kıymetin azaldığı zamanlarda, sürece verdiği kıymetle, araştırmaktan hiç vazgeçmeyen heyecanıyla son yılların en samimi, her unsuruyla başarılı, adını uzun yıllar anacağımız bir işin daha ilk günlerinde olmanın keyfindeyiz.  Oyun çıkışı bir dostum, bu dönemde yaşayıp da bu oyunu izleme fırsatı bulduğu için ne kadar şanslı olduğunu söylemişti. Siz de mutlaka kendi şansınızı yaratın ve yolunuzu Kalabalık Duası’nın muzip ve mistik dünyasına düşürün.

Yazdığın iki oyununa da baktığımızda bir üslubun, dilin olduğu çok açık. Aynı yerden olmasa da ilk oyununa yakın bir hissiyatı var Kalabalık Duası’nın. Taze bir yazar olarak yazma sürecindeki arayışın nedir?

Volkan Çıkıntıoğlu: Üslup demen beni de rahatlattı. Çünkü ben önce biçimden hareket ediyorum. Asıl derdim o. Nasıl bir biçim kurabilirim, o bana nasıl yazar eylemi, yazar hareketliliği sağlar, o hareketliliği acaba nasıl bir içerik çıkarır diye düşünüyorum. Bir Meşrutiyet Faciası ve Gündüzlerimiz ile Kalabalık Duası’nın tek ortak yönü bence dili kullanma şekli. Yoksa kullandıkları temalar çok ayrı.

Gerçeklik algılarında da kesişiyorlar sanki.

Volkan: İkisi de gerçekliği kurcalıyordu. Bence acemi bir yazar olarak klasik dramatik yapıyı kurmakla ilgili problemim var. Sinemada karşılaştığımız klasik dramatik bir hikâye olsun, zaman ileriye giderken karakterlerin hikâyeleri açılsın ve bazı şeyler ortaya çıksın. Bununla ilgili hem felsefi olarak hem kalem olarak bir problemim var. O yüzden ben gerçeğin tamamını göremiyorum. Gördüğüm kısmını çarpıtmayı, onu kurcalamayı, onunla oyunbaz bir ilişkiye girmeyi seviyorum. Bu oyunbaz şeyin üslubunu nerede bulabilirim diye yazıyorum.

Hikâyesi anlatılamayan oyun demiştin daha önce Kalabalık Duası için? Oyunun hikâyesini nasıl anlatacaksın okuyucuya?

Volkan: En getirebildiğim, açıklanabilir cümle; Efsunlu bir İstanbul hikâyesi. Ama bu tanımdan da kendimi alıkoymaya başladım. Çünkü aslında benim bir İstanbul hikâyesi kurma gibi bir derdim yoktu. İlk olarak Balat Monologlar Müzesi’ne Balat semtiyle karşılaşmanın bendeki karşılığı olarak kısa bir monolog yazmıştım. Daha büyük bir meseleye girdiğimde benim için aslında önemli olanın şu olduğunu fark ettim. Mekânla insanın karşılaşmasından ne çıkabilir. Çünkü insan kendini mekâna ve zamana göre tanımlıyor.  Benim içinde bulunduğum ve kendimi tanımladığım mekân da İstanbul hasbelkader. Ve bu İstanbul’un şekli şemâli ne ki ben buna bakıp kendimi nasıl tanımlayabilirim. Sonra artık mekânımızın karşılığı İstanbul olunca, onun şekilsizliği, geçmişi, geleceği, hissi, güzelliği, çirkinliği vs. benim kurcaladığım şeyler oldu. Son noktada İstanbul hikâyesi gibi görünüyor ama benim için bir insanın mekânla olan ilişkisi.

Güray Dinçol: Varoluşsal bir mesele var bence her iki oyunda da.  Fona matrak bir şehir ya da durum alıp, bir oyunda rüya, bir oyunda koca şehrin içinde rüyayken, Volkan o varoluşsal, mistik ve muzip olanı kaleminde yan yana getirebiliyor. Bu bana çok ilginç geliyor. İki oyunun en büyük ortak paydası, Volkan’ın yazarlık çizgisinde buluşturduğu şey; muziplik ve var olma meselesine dair ürettiği aforizmalar, teoriler, denemeler, uydurukçuluklar, esinlenmeler... Bir de bence çok eklektik yazan bir yazar. Her şeyden besleniyor. Duvar yazısından, büyük bir edebiyatçıdan alıntıya, oyuncunun doğaçlamasına... Bu şehir gibi. O noktada yakaladığı damar çok doğru. Hem şehrin gizini, mistik yanını, yaramaz yanını ama aynı zamanda ritmik, neşeli yanını verebiliyor. Çok tuhaf bir terazisi var oyunlarının.

Peki, süreç nasıl gelişti. Bu efsunlu hikâye nasıl ekibine kavuştu?

Volkan: Balat’taki monologla ilgili güzel dönüşler aldıktan sonra uzun bir monolog yazmak istedim ama uzatmayı beceremedim. Bir sene sonra malzemeler birikince, asıl derdimi, mekân ve insanı karşılaştıracağımı, bunları nasıl bir araya getireceğimi düşünürken bir gün sinema çıkışı bekleme teması geldi aklıma. Bekleme teması tüm bu eklektik malzeme ve şehir temasını, mekân ve insanın karşı karşıya gelmesini çok iyi açıklıyor. Hem çok Doğulu bir şekilde açıklıyor - çünkü topladığım malzemenin bir kısmı tasavvuf ağırlıklıydı, doğu felsefesi içeriyordu - hem de batı, Becketyen bir yerden... Ben bunun üzerine hızla bir draft oluşturdum. Önce Balat’ta oynayan oyuncu ile çalışırım diye düşünmüştüm. Ama olmadı. Ben bu metinden koptum. Sonra daha önce ilk halini okuttuğum Güray’ın yönetmek istediğini biliyordum. Bir de tamamen sezgisel bir şekilde Tolga’nın yapabileceğini düşündüm. Cambazın Cenazesi’nde izlemiştim ve çok beğenmiştim. Beraber Medrese’de Grotovski atölyesine katılmıştık. O atölye askerlik gibiydi, bir insanı hızla tanıyorsun. O aktör aktör görünüşünün altında çok mülayim bir karakter odluğunu görmek bende ilginç bir karşılık buldu. Metindeki karakterin de tüm bu bilgi yüküne rağmen masum ve beceriksiz bir hali var. Tolga’da kişisel bir karşılığı olduğunu da hissetmiştim. Bir de Seyyar Sahne’de gördüğüm şey, doğru anladıysam, tek kişilik oyunun, bir sanatçının hikâyeyi güzel diye seçmesinden öte, o hikâyeyle kişisel bir kesişmesi oluyorsa bir anlamı oluyor. Sadece sanatsal bir kaygı ile o makine çalışmıyor. İçeride bir yere dokunduğunda estetik bir dünya açılıyor. Tolga’nın var oluşunda doğru şeyi gördüysem bu metinle kesiştiğinde içeride bir yere dokunabilir gibi hissettim ve sonra çalışıp Tolga’yı da tanıyınca, Güray’ın bahsettiği her şeyden biraz biraz, hiçbir şeyin tam olmama halini gördüm. Güray’a da diyordum ki, ‘Ne güzel Batılı bir tekniğe sahipsin frankofon takılıyorsun ama sana modern bir meddahlık yapma şansı veriyor bu metin ve sen de sanki bunu istiyor bununla dolmuş gibisin, derken ikna ettim.

Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın ve kişisel olarak da sizin klasikleri bambaşka açılardan yorumlamanıza alışığız. Bu sefer yepyeni bir metinle çıktınız karşımıza.

Güray: Beni aslında böyle bir çalışmada heyecanlandıran şey Volkan’ın metni dönüştürmeye açık olmasıydı. Süreç içerisinde şekillenen, paslaşan bir iş olmasıydı. Bu oyun başta Fiziksel Tiyatro Araştırmaları işi olarak başlamadı. Kendi adıyla mı çıksa, sadece bu oyuna özel bir kumpanya mı kursak gibi fikirler vardı. Çünkü Şatonun Altında gibi bir oyun çıkardık ve insanların bizi tanımladığı bir biçim var. Bu oyunun yanına ne koyacağız diye kaygılanıyorduk. Dört sene oldu yeni oyun yapmalıyız telaşı içerisindeydik. Sonra süreç öyle şekillendi ki, oyun, ben bir araştırmanın ürünüyüm ve son derece fizikselim, evet senin çok bildiğin bir yerden geliyorum ama bir yandan da çok geleneksel bir tonum var demeye başladı. Ben oyuna bir takım uydurma kavramlarla yaklaşıyorum. Performatif meddah diyorum, Bektaşi Clown diyorum. Bunlar yan yana gelebilecek kavramlar değil aslında. Birazcık da kendi hayatla kurduğum ilişki, yaşım, bu şehirde geçirdiğim zaman itibariyle muzipliğimi de kaybetmeden daha olgun bir kanal, kendi var oluş meselemi de masaya yatıran, daha tasavvufi ama matrak, bütün bunlar nasıl yan yana durabilir gibi bir arayış içindeymişim. Kendi kariyerimde de şunu fark ediyorum, kaygısız, yetişmesi gereken bir tarih olmadığında, bir yere teslim etmek zorunda olmadığım işler hep bir yolculuk gibi geliyor. Nereye gideceğini bilmiyorsun, sadece yolu biliyorsun. Çok acele ediyoruz çünkü her açıdan. Bu oyun acelesiz, ferah, çok kendi yolunda gitti ve bir baktık Şatonun Altında’ya bir erkek kardeş gelmiş.

Uzun bir çalışma dönemi geçirdiniz sanırım.

Güray: Mart’ta ilk bir araya gelmiştik. Bazen iki üç ay hiç çalışmadık, bazen ayrı ayrı çalıştık. Ama oyun bir yerde çalışıyormuş.  Bu oyun bana şunu da öğretti. Zaman reel prova zamanından ibaret değil. Sizin oyunla geçirdiğiniz vakit, o oyun üzerinde düşünmek… Bu vakti yaptığımız işe vermek gerekiyor. Hepimiz piyasa şartlarında o aceleciliğe düşüyor ya da düşmek zorunda kalıyoruz. Ben Fiziksel Tiyatro Araştırmaları işi olduğunu oradan da anladım. Biz bir araştırma yapıyor ve olgunlaşma sürecinde seyirciye açıyoruz. Bu oyun da o süreçte seyirciye açılmaya başlandı. Çok fazla seyircili ön gösterim yaptık. Benim çalışma pratiğim adına yepyeni bir yol bulduğumu düşünüyorum. Bu lüksüm oldukça da hep böyle çalışırım.

Bu uzun kafada da dönen çalışma süreci, senin piyasada da devam eden işlerinden ayrıştırıyor mu bu oyunu? İçerisinde her şeyden biraz biraz görebildiğimiz bu oyun süreci senin için nasıl geçti?

Tolga İskit: Öncelikle çok şanslı bir oyuncuyum. Kendi jenerasyonumun iki muhteşem insanıyla çalıştım. Benim de en temel dertlerimden biri biçim. ‘Şatonun Altında’yı izlediğimde vurulmuştum. İki deli kadın ve bu adamın aklı nasıl bir akıl, bunlara yapışmam gerek vaziyetindeydim. Güray’la çalışmayı çok istiyordum. Ve bu projede denk geldik. Güray da Volkan da süreç kavramını iyi yöneten, içselleştiren ve bununla mutlu olan insanlar. Beni ilk zorlayan şey bu oldu. Ben tam tersiyim. Yapalım ve iyisini hemen görelim, ilk denemede en iyisini bulalım insanıyım. İkisi de çok büyük öğretmen oldu bu noktada. Her seferinde, ‘Tamam ama başka ne?’ diye sordular. Buna alıştıkça oyun da evrildikçe bu demlenmeyi dayattı. Bir oyuncu olarak beni de demledi. Ben çok fazla fiziksel çalışma yaptığımdan dolayı içeriyle, içerimle uğraşma meselesini çok aksatmışım. Burayı dayattı bana. Provaların ilk zamanlarında hep havada, hiç marke yok, her şey enerji dolu. Metin de evrildikçe, o varoluşsal problemi bir eylem olarak beklemek, o beklemenin hem büyüklüğü, aslında bir yerde de neyi ne zaman nerede beklediğin sorusu hem Tolga olarak hem bir oyuncunun içi olarak oraları kaşımama vesile oldu. Güray’ın da dediği gibi kafada bir örümcek gibi kendi ağını ördü metin. Seyirci ile buluştukça, hataları da gördükçe rahatladık.

Bu oyunda belli ki sizin tarafınızda büyük bir ateş var. Peki, sizin kendi araştırmanızın dışında seyircinin ne görmesini, ne hissetmesini istediniz?

Tolga: Hep konuştuğumuz şeylerden biri, bu anlatan adamın bir kere hem kafa karışıklığından ve yaşadığı deneyimlerden dolayı sahip olduğu sızıyı kaybetmeden, metindeki o muhteşem mizahı da kaybetmeden, çok iyi kurgulandığını düşündüğüm felsefeyi de kaybetmeden bunların arasında seyirciyi diri tutabilir miyiz? Doğrusal da bir metin değil sonuçta.

Güray: İlk olarak, kendi tiyatro hayatımda ilk defa şunu derken buldum bu oyunla; ‘İyi gelmek’. İyi bir hikâyeyi lezzetli bir biçimde anlatıp, o salondan çıkan seyirci ve oyuncunun birlikte aynı nefesi alarak ferahlayarak çıkması... Öyle zamanlardan geçiyoruz ki, iyi bir hikâyeye, şiirsel bir yolculuğa, masal dinlemeye çok açız. Başı sonu olamayabilir hikâyenin ama umut veren bir yanı var. Çok fazla yaşadığımız zamanın melankolisine, yoğun duygularına kapılıp sanatın iyi gelen yanını unutuyoruz.  Bu oyun bana bu işi neden yaptığımı hatırlattı. Ben bir hikâye anlatıcısıyım. Hikâyemle iyi gelmek istiyorum. Hikâye iyileştiricidir. İkinci olarak da gelenekselle çağdaşın kesişiminde, tam da bu şehrin çekirdeğinde kıymetli bir yan var. Meddah, ortaoyunu konularında derinleşmiş, araştıran bir insan değilken bir baktım karşıma gerçekten kendi, belki de arkaik tiyatro bilgimizden bu coğrafyanın bilgisinden bir biçim ortaya çıktı. Sonra o biçim benim daha iyi bildiğim batılı gelenekle birleştiğinde oluşan sentezin bu şehrin, bugünün insanına iyi gelen bir yanı olduğunu fark ettim. Bu iki ayak hem teatral araştırma hem de niyeti iyilik üzerinden giden manevi araştırma yan yana enteresan bir şekilde birleşti. Dolayısıyla bu oyunun seyirci için de bizim için de bir deneyim vadettiğini söyleyebilirim. Birlikte bir yolculuğa çıkıyoruz. Adam nasıl kayboluyorsa içinde seyirci de kaybolabilir. 70 dakikalık bir hikâye deneyimin peşine düştük. Sanki o muradımız seyirci ile buluşunca karşılığını buldu.

Volkan: Her şey şu anda gerçeğin temsiline soyunmuş durumda, ne gerçek, neyi referans ediyor karışıyor yaşadığımız dünyanın hızında. Ben tiyatronun, kendime ait bir gramer kuracağım, önce bunu çözeceksin, buna ikna olacaksın ve bunun üzerinden beni sevmeyi öğreneceksin, demesini, bu ödevi almasını seviyorum. İnsanlara hiçbir şey demese bile şunu bırakmasını seviyorum; Gerçeği arama, hayal kurmayı dünyaya kendi bakışını kazandırmayı ara. Ben Kalabalık Duası’nda da ‘İstanbul’un gerçeği nedir’den çok, bambaşka bir şey kurarak, hayal kurabileceğin bir ihtimal ortaya atıyorum. Sen de buradan çıktığında yaşadığın mekâna dair kendi var oluşuna, ölümle, zamanla ilişkine, kendi hayaline dair heyecanlan. Tek istediğim bu. Tiyatroya bir ödev biçeceksem de bu olsun.

Güray: Fiziksel Tiyatro Araştırmaları olarak baktığımız birkaç anahtar sözcük var. Teatral hakikat, oyunsu coşku, oynama hali ama hayatın oyun yoluyla yeniden üretiliş biçimi gibi yerlere bakmayı seviyoruz. Gerçekçi bir biçimden ziyade oyunun kendi dilinin hakikatinin peşine düşüyoruz. Dolayısıyla belki gördüğünüz bir sürü şey abartılı ya da büyük görünmekle birlikte altında yatan bir teatral arzu var. O teatralleşmiş biçimi çok önemsiyorum. Hayatın tekrar eden bir sanattan ziyade, hayatı kendince yeniden yorumlayan söyleyen bir sanat dili bana çok çekici geliyor. Anlatının sahnedeki olanakları sonsuz. Tiyatrotem'in yıllardır üstünde durduğu anlatının yeniden keşfi ve Tehlikeli Oyunlar’la gelişen tek kişilik oyunlar yeniden seyircide karşılığını gördü. Biz de bu karşılığını görmüş biçimin yeni bir arayışının içine düşmüşüz. Bu hedeflerle çıkmamıştık yola ama bir baktık karşımızda o anlatı geleneğinin yeniden yorumlandığı bir anlatı var. Oldu, olmadı seyirci söyler ama iyi bildiğimizi düşündüğümüz bir kanalın hâlâ araştırılacak hâlâ derinleştirilecek yerlerini gösteren bir proje oldu benim için.