ALİ’SİZ VE ZİLHA’SIZ KEŞANLI

Burası sokaklarında destan satılan bir ülkedir, ama Pervasız yapımı “Keşanlı Ali” destanlaşamıyor.

ALİ’SİZ VE ZİLHA’SIZ KEŞANLI

ALİ’SİZ VE ZİLHA’SIZ KEŞANLI

Seçkin Selvi

Şubat 2020

Burası sokaklarında destan satılan bir ülkedir, ama Pervasız yapımı “Keşanlı Ali” destanlaşamıyor.

Yazan: Haldun Taner, Müzik: Yalçın Tura, Yöneten: Yücel Erten, Yapımcı: Serhat Sarı, M. Serdar Fırat, Yapım: Pervasız Tiyatro (Aykut Taşkın, İlker Ayrık, M. Serdar Fırat, Serhat Sarı), Müzik Direktörü: Çiğdem Erken, Koreografi: Hamit Erentürk, Sahne Tasarımı: Barış Dinçel, Giysi Tasarımı: Gamze Kuş, Işık Tasarımı: Yakup Çartık, Yardımcı Yönetmen: Burak Şentürk, Reji Asistanı: Merve Anlağan, Yapım Koordinatörü: Fırat Aktaş, Cast Direktörü: Esra Akkoyunlu, Yapım Asistanı: Elif Çelik, Oynayanlar:  İlker Ayrık, Birce Akalay,  Meral Çetinkaya,  Nilgün Kasapbaşoğlu, Köksal Engür, Aykut Taşkın, Ayhan Anıl, Hilmi Özçelik, Ceren Demirel, Ramin Nezir, Burak Şafak, Ali Açıkbaş, Cem Cücenoğlu, Orhan Eşkin, Yasin Yıldıran, Uğur Dayal, Tolga Çıklaçiftçi,  Can Ertik, Burcu Kavaklıpınar,  Vera Bacak, Yağız Gürcan,  Burak Şentürk, Ozan Demir, Yağmur Şimşek, Ceren Özmen, Gülçin Gülrek, Kazım Balta, Sercan Doğantekin, Müge Ökten, Doğa Demir, Ozan Demir, Uğur Dayal, Betül Demir, Gizem Keklikçi, Orkestra- Piyano:Ayca Daştan, Keman:Ezgi Karasu, Trombon: Alihan Kahraman, Flüt:Ş. Kubilay Taşcılar, Burçak Aladar, Alto Saksafon:Serkan Okanar, Klarnet:Ömer Göktay, Bas Gitar:Saltuk Tukur, Davul:Bilal Nazlıgül, Trompet: Muhammed Çınar.

Büyük usta Haldun Taner, oyunu için kısa bir tanıtım yazmış. Orada hiç yoktan destan kahramanı haline getirilen Keşanlı Ali’nin mahallesini, mahalle halkını ve ilişkilerini, sanatçılara adeta karakter analizi yapan bir tiyatro yönetmeni gibi şöyle sunuyor:

“Sineklidağ, ırklar karışımı bir diyalektler panayırıdır/ insanları hep diken üzerinde otururlar/ yıkıldık yıkılacağız, sürüldük sürüleceğiz/ bu kayalıklarda, kertenkeleler gibi, yazın yanar kışın donarlar/ her birinin gönlünde bir aslan yatar/kursaklarında boğum boğum özlemler/ küfte kızartır, darbuka çalar, meydan düğünü yapar, lig maçı dinler, kafayı çeker, sinemaya gider, hovardalık eder, âşık olur, erkeklik uğruna adam şişler, hayatın tadını çıkarmaya bakarlar.”

Hemen ardından da o mahalledeki sosyolojik yapının, ülkenin ve ülkelerin hamurundan farksız olan özelliklerini sıralıyor:

“Orada da çıkarlar çarpışır/ orada da insanlar birbiriyle uğraşır/orada da ağalar vardır/orada da iktidar el değiştirir/ orada da şefler yetişir/ destanları dillerde dolaşır/ çünkü orada da bu destanlara inananlar, inandırılanlar/ çünkü orada da bir puta tapma ihtiyacı vardır/ hasılı Sineklidağ büyük şehir gibi bir yerdir.”

Sokaklarında Destan Satılan Ülke

Sıradan insan, kendisine ve yaşamına inanabilmek için, kendisi gibi insanların destanlaşmasına ihtiyaç duyar. O yüzden eskiden, çok da eskilere gitmeyen dönemlerde sokaklarda destan satan çocuklar vardı. İnsanları yüreklendiren, “Madem o da benim gibi bir insan, neden ben de onun gibi olmayayım, ben de pekâlâ onun geldiği makamlara gelebilirim,” dedirten ve onlara hiç katlanılamayacak yaşam koşullarını kabullendiren destanlar. Artık sokaklarda satılan o destanlara, en azından büyük şehirlerde rastlamıyoruz; zira şimdilerde o destanların işlevini medya yerine getiriyor.

“Keşanlı Ali Destanı”nda büyük şehrin bir gecekondu mahallesini anlatır. Sineklidağ mahallesinde yaşayanlar çoğunlukla küçük kentlerden, kasabalardan gelmişlerdir oraya. “Keşanlı” lakabı da bunu kanıtlar. Keşanlı Ali, anlı şanlı Keşanlı olmadan önce mahalledeki herkes gibi yaşayan, bir de yavuklusu olan evlilik hazırlığında bir delikanlıdır. Gelin görün ki günlerden bir gün yavuklunun amcası öldürülür ve suç Ali’nin omzuna yıkılır. Ali hapse düştükten sonra destanlaştırılır. Bu hem mahalle halkının bir kahraman özleminden kaynaklanır, hem de Ali’nin anlı şanlı kabadayılığı duyulunca “içerde” rahat etmesi sağlanır. Yoksa Ali’nin karınca ezecek kadar bile yüreği yoktur.

Pervasız Tiyatro Yapımı “Keşanlı”

Bir süre “rejisör tiyatrosu” mudur değil midir, tiyatroda hangi öge ağır basar meselesini tartıştıktan sonra, bugün “prodüktör tiyatrosu” çağını yaşıyoruz. Tiyatro topluluklarının çoğu sürekli kadro besleyecek ekonomiye sahip olmadıklarından, belirli bir oyun için bir “yapımcı” bulunuyor, toplama bir kadro oluşturuluyor ve mütevazı yapımlar fazla gürültü çıkarmadan, büyük yapımlar ise “bilmem kaç kişilik dev kadro” diye zil çalarak perde açıyor.

Bu dev kadrolu işlerin bir riski var tabii. Oyuncular toplama olduğu için her zaman dengeli, birbiriyle uyumlu bir ekip çıkmıyor ortaya. O sorun da ekibe bir iki ünlü, pardon “celebrity” alarak çözümleniyor. Destan meraklısı halk, televizyon dizilerinde ve programlarında destanlaştırılan birkaç kişiyi görünce gişe hallediliyor.

Haldun Taner’in ustalıklı ve incelikli oyunu “Keşanlı Ali Destanı” da ne yazık ki bu kervana katıldı. 50 kişilik oyuncu ve 10 kişilik orkestrası ile sayısal olarak gerçekten dev kadro, üstelik yılların deneyimli yönetmeni Yücel Erten’in rejisiyle sahneye çıkınca, izleyicilerin beklentisi de aynı oranda büyüyor. Hele ki oyunu daha önceki yapımlarında görmüş ve beğenmişseniz heyecanla bekliyorsunuz.

Yücel Erten, anlayamadığım bir nedenle kişileri tek tek işlemek yerine ikişerli üçerli gruplar halinde ya da bütünüyle koro olarak yorumlamayı seçmiş. İşin içine koreografi de girince, oyun hafiften de olsa hareket tiyatrosuna kayıyor ki bu da epik anlatımla pek bağdaşmıyor. Ali-Zilha, Nevvare ve sosyete çevresi bölümlerinde ister istemez o koral düzenden çıkılıyorsa da, genel bir uyumsuzluk söz konusu. Keşanlı’yı bilen seyircinin de katıldığı bazı şarkılar ikinci plana itilmiş. Örneğin “Mongol gömlek giyerdi/gümüş köstek takardı” bir oyuncunun zaman zaman öne çıkıp söylediği bir leit-motife indirgenmiş. Şerif Abla’nın unutulmaz solosu da olması gerektiği kadar öne çıkmıyor.

Gelelim Oyuncu Yorumlarına

Bu karmaşa ve kargaşa içinde Şerif Abla’yı oynayan Meral Çetinkaya ve Derviş Dayı ile Sarhoş Rasih’i canlandıran Köksal Engür gibi oyuncular da bir türlü yerlerini bulamıyorlar. Oyunun başarılı üçlüsü olarak İzmarit Nuri’de Aykut Taşkın, Beşvakit Niyazi’de Ayhan Anıl ve Temel’de Hilmi Özçelik’i gösterebilirim. En azından sahici olmayı başarıyorlar. Nilgün Kasapbaşoğlu Madam Olga’nın hakkını veriyor. Cem Cücenoğlu, “Rejisörün haberi yok” diye sunulan gereksiz sahne dışında Kondu Anası’nda iyi bir tip çiziyor. Profesörü oynayan Tolga Çıklaçiftçi fazla abartılı. Orhan Eşkin’in Sipsi Selim’i varla yok arası. Burak Şentürk, Manyak Cafer’i “idare eder” diyebileceğim bir yorumla oynuyor. Diğer oyuncular da koroda kendilerine düşen görevi yerine getiriyorlar. Orkestra, Yalçın Tura’nın unutulmaz müziğini seslendirdiği için başarılı.

Oyunun en başarılı çalışması Barış Dinçel’in, sahnenin çevresine sıraladığı kondulardan oluşan dekoru. Orada gerçekten bir Sineklidağ görüyoruz.

Ama asıl sorun sahnede bir “Ali” ve bir “Zilha” olmaması. Onların konumu da o koro kalabalığında belirsizleşiyor. Ancak bunun sorumlusu hiç kuşkusuz Yücel Erten değil. İlker Ayrık “Yaparsın aşkım” sevimliliği içinde Keşanlı’nın koltuğuna oturtulmuş 23 Nisan çocuğu olmaktan öteye gidemiyor. Aynı durum Birce Akalay için de geçerli. Birce Akalay çok güzel bir kadın, ama etli canlı bir Zilha olamıyor. Bir türlü iki boyutlu görüntüden üç boyutlu bir insana dönüşemiyor. Oyunun iki temel direği Ali ve Zilha olmayınca da ne “Keşanlı” oluyor ne de “Destan”.

“Her ailenin başına gelir” demekten başka ne denebilir? Geçmiş olsun.