DIMITRIS PINA İLE BULUŞTU…

DIMITRIS PINA İLE BULUŞTU…

DIMITRIS PINA İLE BULUŞTU…

Aylin Alıveren

Mart 2018

Pina Bausch, dans tiyatrosunun bu çağdaki en önemli yaratıcılarından biriydi ve Almanya’nın Wuppertal şehrindeki tiyatrosunda yarattığı eserlerle kendisinden sonraki iki kuşak koreografa ilham verdi. Ölümünün ardından geçen 9 yıl süresince ardında bıraktığı ekip onun eserlerini dünyanın her yerinde  performe etmeye devam etti. Ancak şu sıralar Tanztheater Wuppertal için yeni bir dönem başladı. Ekibin şu an sanat yönetmenliğini yürüten Adolphe Binder Pina’dan sonrası için, onun mirasını devam ettirmek adına iki ayrı koreografı yeni eserler üretmeleri teklifiyle tiyatroya davet etti.

Bu koreograflardan ilki, 2004’de Atina’da düzenlenen Olimpiyat Oyunları’nın açılış ve kapanış gösterilerini gerçekleştirmiş olmasıyla dünyanın dikkatini çeken Dimitris Papaioannou. Kendisini daha çok bir ‘görsel sanatçı’ olarak tanımlayan Papaioannou aslında resim eğitimi almış ve grafik roman gibi disiplinlerde üretim yaparken bir yandan da dans ve koreografi ile ilgilenerek bu alana geçiş yapmış biri. İstanbul seyircisi onu 2000 yılında Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde gerçekleştirmiş olduğu “Medea” prodüksiyonu ile hatırlayacaklardır.

Papaioannou Yeni Parça/Oyun 1 için “Since She…” adını uygun bulmuş. Seyir yerine oturduğumuzda karanlık bir atmosferde buluyoruz kendimizi. Sadece kendi içinden, dipten gelen, dolaylı bir ışık vuruyor sahneye. Alacakaranlıkta gibiyiz. Gün doğacak mı, yoksa yeni mi batmış bilmiyoruz. Renkler nötr. Arkada kat kat, üst üste binmiş travertenlere benzeyen bir duvar yığını var. Bu yığının ortasında dansçıların arada içine girmelerine imkan sağlayacak olan iki adet de yarık mevcut. Bu yığın, ışığı kendine çekip emen bir siyahlıkta. Yansımaya hiç izin vermeyen bir doku. Arkasından gelen, yumuşak bir ışık ona fon oluşturuyor. Gri mavi/kırık beyaz renkte ve çok çok kısık. Bu ışık yığının kütlesel yoğunluğunu ve daha sonra performans sırasında üstüne çıkacak olan dansçıların formlarını, yarı gölgeli yarı aydınlıkta bırakıp belirginleştirmeye yarıyor. Gösterim başladığında siyah ağırlıklı gündelik elbise ve takımlar giyinmiş erkek ve kadınların sahnenin sağ önündeki yan kapıdan çıkıp, elden ele geçirdikleri siyah tahta sandalyeleri bir diğerinin önüne taşıyarak, bu sandalyelerin üstünden sol yandaki kapıya ilerlemelerini ve arkalarında tek bir sandalye bırakmadan o kapıdan çıkıp gitmelerini izliyoruz. Kimsenin ayağı yere değmiyor. Adeta yeni döneme dair bir geçit töreni. Pina’dan sonra yolu yürümeye devam eden, birbirine yardım eden, ilerleyen bir trup var karşımızda. Tıpkı Pina’nın eserleri gibi bir çok fragmanın eşzamanlı olarak sahnede ardı ardına gerçekleştiği, kimilerinin tekrarlandığı bir fırtınanın ortasında kalıyoruz. Kaotik, duygusal ve fiziksel dışavurumcu imgeler birbirleriyle iç içe sahneyi dolduruyorlar. Bir kadın bir ağacı köküyle travertenlerin üstüne taşımaya uğraşıyor, ağacı büyük bir çabayla aşağıdan yukarı doğru sürüklüyor, aynı anda bir erkek iki sandalyeyi iç içe koymuş üstüne çıkıp iki kolunu kaldırıp açarak dengede durmaya çalışıyor, bir başka erkek yerde saçları açık yatan bir kadını bacaklarından tutup sürüklüyor. Başka bir kadın dansçı gelip o saçların uçlarının üstüne 6 adet şarap kadehi yerleştiriyor. Adam kadını sürüklerken şarap kadehleri tek tek doğrusal bir çizgi oluşturacak şekilde sahneye diziliyorlar. Ağacı yukarı taşımayı başaran kadın onu dikip, bir süre dibinde oturup bize bakıyor. Daha sonra bir adam gelip ağacı söküyor, tüm göşterişiyle havaya kaldırıp büyük bir hareketle arka boşluğa fırlatıp atıyor. Ve döngü tekrarlanıyor. Aynı kadın bir benzer ağacı daha yine büyük çabayla yukarı taşımaya uğraşıyor. Yine dikiyor, adam yine gelip söküp fırlatıyor…

Oldukça dramatik, hayatta kalmak, hayata tutunmak, gündelik olanı devam ettirebilmek, öfkeyi açığa çıkarıp kurtulmak, ilişki kurmak, dengeyi bulmak ve sürdürebilmekle ilgili çok çarpıcı resimler üzerinden müthiş bir koreografi yapmış Dimitris Papaioannou. Esere eşlik eden müzikler çok sayıda besteci ve müzisyene ait. Khachaturian’dan, Tom Waits’e, Bach’dan, Wayne King’e, Prokofiev’den Marika Papagkika’ya uzanan bir liste. Bu müziklerin yanı sıra koreograf çan sesini de ara ara tek başına kullanmış. Tanrılara seslenmek, kötü ruhları kovmak için bin yıllardır var olan çan hem yası hem kutsanmayı temsil ediyor sanki.

Pina’nın ruhu temsilin her anında seyirciye eşlik ediyor. İzlediğimiz oyun insana ve kişisel deneyimlerin duygusal açılarına önem veren bir koreografa yakışır şiirsellikte, sahicilikte, derinlikte. Tıpkı Pina’nın evreninde olduğu gibi bütün bu yas, kaygı, dengeyi bulma, var olma çabasının içinde arada parlayan neşe, arzu, keyif anları büyük coşku duymamıza sebep oluyor. Dikdörtgen iki tahta masayı ters çevirip, mukavva borular üzerine yerleştirerek sahneye adeta iki kayık konduruyor Papaioannou. Birine kadınlar doluşuyor, erkekler kayığı iterken vazgeçiyorlar. Kadınlar cilveli gülücüklerle, tekrarlanan bir kalça hareketi sayesinde kayıklarını hareketlendirip ilerletiyorlar. Erkekler kendi kayıklarında onları taklit etmeye çalışıp başaramayınca, inip kadınların olduğu kayığa koşturuyorlar. Gerçek ve gerçeküstünün birbirini tamamladığı, pagan bir evrende kaygı neşeyi takip ediyor, neşe temas kurmayı sağlıyor, ve aşk büyüyor. Ardından yine yalnızlık.

İşte sonrasında yeniden yeniden o ağacı söküldüğü yerden alıp hep beraber en tepeye taşıyoruz. Daha nice gösterilere!