SALZBURG'DA SAHNELER

SALZBURG'DA SAHNELER

SALZBURG'DA SAHNELER1

Zeynep Oral

Ağustos 2018

Salome Ve Diğerleri...

Birinci Dünya Savaşı biter bitmez, tiyatro adamı Max Reinhardt, yazar Hugo von Hofmannsthal ve besteci Richard Strauss, başkent Viyana’yı terk edip “uzaktaki” Salzburg kasabasına yerleştiler. Amaçları tekti: Sanatı, yaşamın toplu anlatımına ve bir şenliğe dönüştürmek...

Festival yapacak beş kuruşları yoktu. Gönüllülerin işgücü ve kasaba halkının parasal katkılarıyla ilk festivallerini 1920’de tek oyunla açtılar. İkinci yıl müziği, üçüncü yıl operayı kattılar. Tiyatro temsillerini katedral meydanında; konser ve operaları imparatorluk döneminden kalma binicilik okulunda, atların eğitildiği arenada gerçekleştirdiler.

O gün bugün Salzburg Festivali, dünyanın en köklü, en geniş yelpazeye yayılan, en nitelikli festivallerinden biri oldu. Yılda beş farklı festival, bunların sağladığı turizm, bu sayede sıfır işsizlik; “Mozart endüstrisinin” geliriyle, 145 bin nüfuslu kasaba festival dönemlerinde dünyanın merkezine dönüştü.

Tüm Klişelerin Yıkılması

98. Salzburg Yaz Festivali’nde üç opera, bir konser izleme olanağı buldum. İçlerinde en çarpıcı, en düşündürücü, en aykırı olanı “Salome” idi.

Oscar Wilde’ın “Salome”si zamanında “skandal”, “ahlaksızlık” diye nitelendirilmişti. Richard Strauss’un bestelediği opera da müzikal açıdan en az onun kadar “fırtınalı” ve görkemli. Daha önce çok izlemiştim. Yekta Kara’nın sahnelediği ve ışıklar içinde uyusun Zehra Yıldız’ın Salome’yi yorumladığı prodüksiyon hâlâ yüreğimdedir.

İtalyan yönetmen Romeo Caastellucci’nin minimalist yorumuyla “Salome” farklı bir boyuta taşınmıştı. Reji, kostüm, dekor ve ışık ona aitti. Bomboş sahnede yaşanan her an, klişeleri yıkmaya yönelikti...

İşte 2 Örnek:

Eserin en ünlü sahnesi: Salome, üvey babası despot kral Herodes’in isteği üzerine o çok erotik “7 Tül Dansı”nı eder... Bu uzun bölümde ne tül, ne dans... Bomboş sahnede, kralın tahtı sayılan bir yükselti üzerinde Salome incecik kombinezonuyla, yarı çıplak ana karnındaki gibi kıvrılmış yatıyor ve tepeden aşağıya üzerine koca bir kaya parçası iniyor, iniyor, iniyor... Taa ki tahtla koca kaya arasında Salome ezilip yok olana dek...

Salome, bu “dansa” karşılık, kraldan aşkla vurulduğu Jochanaan’ın başının kesilip gümüş tepside ona verilmesini ister... Ancak ona verilen, başı kesilmiş Jochanaan’ın bedenidir. Sahne, çıplak beden ve soprano arasında devam eder.

Kan Gölüyle Süt Banyosu Arasında

Hayır bu prodüksiyonda Salome, Oscar Wilde’ın deyişiyle “güzel ama zehirli bir çiçek” değildi. Fettan, şehvetli, yarı deli hiç değildi... Çok yalnız, kimsesiz, küçük bir kadındı. Ama kadındı. Kadınsı duygularını bilinmeyene, “ötekine”, sesini duyduğu, görmediği, peygamber denilen bir tutsağa yöneltmesi sanki doğaldı... (Jochanaan’ı kapkaranlık bir yaratığa dönüştürmüştü yönetmen.)

İlk anda çocuk Salome’yi gördük. “Bu taşlar seni söylüyor” yazısını (Salzburg tünellerindeki yazıyı) yırtıyordu. Aynı beyaz elbisesiyle büyüdüğünde aybaşı lekesini görüyorduk. Sarayın zemini zaten hep kanlıydı. Ve genç kadın zindandan gelen sese kulak verdiğinde koşan atları görüyordu. Biz sahici atı, o ise hayallerini görüyordu... Sonda süt banyosunda, at başını bulması şaşırtıcı olmamalıydı. (Burası eskiden binicilik okuluydu ya!)

Bu Salzburglu Salome, sarayın ve hayatın kan gölüyle süt banyosu arasında gidip gelirken ben bir kez daha yaratıcılığa, yoruma şapka çıkarıyordum.

Litvanyalı soprano Asmik Grigorian olağanüstüydü. Genç bir kadından ne istediğini bilen kararlı ve güçlü bir kadına dönüştü muhteşem sesi ve oyunculuğuyla. Ama onun kadar olağanüstü olan ve bence başrolü paylaşan Welser Möst yönetimindeki Viyana Filarmoni Orkestrası’ydı. Tiyatroyla müziğin harikulade bütünlüğünü ortaya koyuyorlardı. Üzerine düşündükçe, katmanları çoğalan bir prodüksiyondu...

Aşk Mı, Kumar Mı?

Puşkin'in öyküsünden Çaykovski'nin bestesi "Pique Dame" (Maça Kızı) operası bir zamanların avant-garde en yenilikçi Hans Neuenfels tarafından sahneye konmuştu. Yaş 77 ama farklılıklardan, aykırı buluşlardan hiç vazgeçmiyor.

Çok koyu renk bir sahne tasarımında cart renklerden oluşan kostümler; koroyu ve solistleri ileri geri yürüyen platformlarda sahneye taşıması; Korolara soyut kukla hareketleri vermesi... Rus duygusallığı kadar ilerideki Sovyet disiplinine de işaret etmesi: Çocuk korosunu geleceğin askerleri gibi göstermesi... Koronun mayolarıyla toplu yüzme spor seansları vb... Bunların hiç biri Mariss Jansons yönetimindeki Viyana Filarmoni'nin yorumunu gölgelemeyecekti.

Kumara düşkün Herman (Amerikalı tenor Brandon Janovich) ile rahat güvenceli evliliğe hazırlanan Lisa (Rus soprano Evgenia Muraveva) arasında ansızın alevlenen aşkta, tutkuyu değilse de risk almayı öne çıkaran bir yorum izledik. İki solist de hem oyunculuklarıyla hem sesleriyle muhteşemdi ama ikisi arasındaki o tutkuya nedense dokunamadım. Belki de sahne üstündeki "buluş" çokluğundan... Kumarda galibiyetin sırrını taşıyan yaşlı Kontes rolünde Alman Mezzo Soprano Hanna Schwarz yıllara meydan okuyordu...

Sahnede fondaki beyaz perdede ya da aşk mu kumar mı ikilemindeki Herman’ın arşınladığı St. Petersburg sokaklarında dolaştık. Sonunda Lisa nasıl intihar etti dersiniz? Perdedeki gölgesini çekip alıverdi! Hepsi bu! Müthişti! İntihar değil, yönetmenin  buluşları ve müziğin gücü...

Cecilia Bartoli Fenomeni

Bugüne dek bunca  gülerek, bunca coşkulu, bunca kahkahalar atarak bir opera temsili izlememiştim. Moshe Leiser-Patrice Caurier ikiilisinin sahnelediği Rossini'nin "L'Italiana in Algeria" (Cezayir’de bir İtalyan) operasından söz ediyorum.

Bu prodüksiyonun dekorundan ışığına kostümünden videolarına her şeyi bir bütündü. Birbirini tamamlıyordu. Bu operada bugüne dek izlediklerimde genellikle Doğu ile Batı çelişkisi vurgulanırdı. Ve çoğu kez Doğu adeta karikatürleşirdi... Oysa bu kez Doğu-Batı değil, Doğuda da Batıda da yaşı geçmiş ama gözü hep dışarıda kadın peşinde koşan; aklı, başında değil de orasında olan Erkek'leri hedefe koymuştu.

Prodüksyonun bir başka önemli farkı, aynı zamanda festivalin yöneticisi de olan Cecilia Bartoli'nin İtalyan esir kız İsabella rolünü üstlenmesiydi. Bartoli, sesiyle ve oyunculuğuyla eserin dinamosu, kıvılcımı olup çıkmıştı. Cezayirli kendini bilmez Mustafa Paşa'ya (İldar Abdrazakov) karşısında onun İsabella'sı sadece güzel değil aynı zamanda oyunbaz, işveli, tüm erkekleri parmağında oynatan, Mustafa'nın karısı Elvira (Rebeca Olvera) ile dayanışma içinde olan özgür ve güçlü bir kadındı! Bir ateş parçasıydı.

Sahnedeki gerçekçi dekor, sahne dekorunu deviren gemi kazası; sahici otomobilin sahneye dalması; plastik kuşların telefon tellerine konması; televizyon çanaklarının devrilmesi; nargile içen koronun müzikle uyumlu  duman üflemesi; spor ekibi olup spagetti yemeleri. İtalyan kadınlarla ilgili aryada, arka perdede Fellini'nin "8.5" filmindeki Anita Ekberg'in Trevi Çeşmesi’ndeki sahnesini izlememiz... Finalde İsabella ve sevgilisinin "Titanik" filmindeki Winset-Di Caprio pozuyla ülkelerine dönmeleri... Eser sona erdiğinde, kahkahalarımız bitmedi. Tempo tutarak alkışlıyor, müziğe katılıyorduk.

Müziğin gücü bir kez daha yaşama sevincimize sevinç katmıştı.

1 Bu yazı, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanmıştır.