VAHŞETİN UTANCI, BİR ONUR SAVAŞINA DÖNÜŞÜRSE...

VAHŞETİN UTANCI, BİR ONUR SAVAŞINA DÖNÜŞÜRSE...

VAHŞETİN UTANCI, BİR ONUR SAVAŞINA DÖNÜŞÜRSE...1

Ragıp Ertuğrul

Ekim 2011

Lübnanlı yönetmen ve yazar Wajdi Mouawad’ın “Yanık (Littroral)” oyunu İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Cem Emüler’in rejisiyle sahnelenmeye başladı.

Bir ailenin iç ilişkilerinden ve bugününden hareket ederek yakın geçmişe - Lübnan iç savaşına uzanan hikâyeyi içeren metin, tüm yönleriyle Mouawad’ın yazım alanındaki ustalığını ortaya koyuyor. Ortadoğunun utanç hanesinde büyük yer tutan ve yakın geçmişe yerleştirdiğimiz zaman aralığı, hikâyedeki ailenin temellerini oluşturan, varoluşunu ve tükenişini besleyen göreceli çok uzak süreci işaret etmektedir aslında. Bir savaşın, katliamın, acının ve yokoluşun toplum üzerindeki etkileri ve yaralarının yanında bireysel izdüşümüne de odaklanıyoruz “Yanık”ta.

Yanma metaforu oyunda her zaman karşımıza çıkıyor. Bir kâğıdı tutuşturan alev, bir silahtan çıkan ateş, ateşe verilen otobüs, yanmış bedenler, kum-kül ve duman... Geçmişteki acıyı unutmamızı engelleyen, gözümüzün içine sokan, belleği taze tutan en sembolik unsurdur yanık izi; yaşanan fiziksel etkileri temsil ettiği gibi onun ardındaki acı, üzüntü, pişmanlık, nefret duygularını da o küçük alanda barındırır. Yanık izine bakınca canlananlar, bir ömrü zehir etmeye yetebilir. Yanık kokusu burundan hiç gitmez, yanma-yakılma korkusu otobüse binme gibi en doğal eylemlerden bile korkmayı getirir. Otobüsün sesi bile haykırışları, çaresizliği, utancı anımsatır ve kahreder.

“Yanık”ta ölen annenin oğlu ve kızına vasiyetiyle başlayan keşif süreci, çaresizlikten üzeri kumla örtülmeye çalışılmış, koruma içgüdüsüyle gizlenmiş, nefret yerine sevginin yeşermesi için nedenler üretilmeye çalışılmış ama yine de benzersiz ve şiddetli bir intikam yeminini de beraberinde taşımış bir kişisel tarihe kapılar açıyor.

Mouawad’ın metninde Yunan tragedyalarını çağrıştıran bir kurguya da rastlıyorsunuz. Tıpkı tragedyalarda olduğu gibi herşeyin bir nedeni vardır; her suç, her günah insanın aklının eremeyeceği bir nedenden doğabilir. İnsanın acizliğini hatırlatan, aklının sınırlarını çizen, kadere boyun eğmesi gerektiğini ifade eden ve yazgısını değiştiremeyeceğini içeren bir mesajdır bu. Aksi Tanrıya karşı gelmek ve kendini eş koşmaktır ki kimseye bulaşmaması gereken bir anlayıştır.

Yönetmen Cem Emüler, dün ve bugün arasında sürekli gidip gelen metni kurgularken sinemasal bir anlatım seçerek seyirciyi oyunun içinde tutuyor. Bu anlatımıyla, uzun metinlerin ve girift diyalogların kimi zaman bunaltan havasını dağıtmayı başarmış. Her ne kadar ikinci perdede kimi diyaloglarda bir miktar tasarruf yapma hakkını kullanmadıysa da bütünsel etkiyi zirveye taşımayı başarmış. Deneyimli oyuncuların yanısıra genç oyunculara yarattığı fırsatla oluşturduğu cast bana göre daha da değerli hale geliyor.

Emüler çevirisinde, akıcı, yalın, doğru tanımlamalar ve ifadeler içeren bir dil kullanmış. Yaşadığımız coğrafyadan anlatıları yine alışık olduğumuz ve kullandığımız dille kurgulamış. Olması gerektiği gibi dili, oyuncuların duygularını ifade etmede rahatlıkla kullandıkları bir araç haline getirmiş.

Ali Cem Köroğlu’nun dekor tasarımı, Köroğlu’nun daha önceki tasarımlarında da olduğu üzere, metnin ruhunu en iyi şekilde ortaya koyacak materyallerin birarada kullanımıyla uygulanmış. İşlevselliğin ön planda olduğu dekorda, yönetmenin sinemasal anlatımını destekleyecek ama bunu sağlarken seyirciyi dekor değişimiyle oyalamayacak şekilde iç içe geçmiş alanlar yer alıyor. Arka dekorda yer alan perdeye yansıyan gerçek hayattan görüntüler genellikle belgesel anlatımlarda tercih edilse de bu oyunun diliyle örtüşmüş; savaşın dehşetini gözler önüne seren fotoğraflar seyircinin belleğini tazeliyor ve belki bu anlamda yeni bir bellek katmanı oluşturuyor. Akın Yılmaz’ın ışık tasarımı geçmiş ile bugünü, mekânsal geçişleri, aksiyonu gayet net ifadelendiren bir çalışma ortaya koyuyor.

Feramuz Egemen Arslan, metnin dramaturjisini yaparken bilinen savaş imgesinin toplumsal boyuttaki etkilerinin dışında kişisel tarih üzerindeki etkisine odaklanmış. Metnin kurgusunda yönetmene öylesine net serbest alanlar sağlamış ki yönetmenin şekillndirdiği anlatım, seyirciye birebir geçebilen duygularda kararsızlık anları yaşatmıyor. Bu başarılı dramaturji, nefret duyulması gereken ve kesinlikle nefret duyulacak bir insanı bile geçmişinin yaralarıyla yaşamak zorunda kalan, savaş ortamının getirdiği imkanla acizliğini vahşetle örtmeye çalışan bir insan olarak algılama noktasında birleştiriyor.

Koray Kahraman’ın özgün müzikleri, oyunun katmanlarını ayrıştırıyor ve dramaturjiyi destekliyor. Savaşı birebir yansıtacak ses animasyonlarını kullanmaktan kaçınarak yönetmenin benimsediği anlatım şeklini beslemiş. Kahraman, müziğin dramaturjik etkisini somut olarak görebildiğimiz başarılı bir çalışmaya imza atmış.

Emüler, yukarıda da bahsettiğim gibi oyuncu seçiminde tam isabetli davranmış. Emel Göksu Keleş, yüreğindeki sevgi ve nefreti birbiri ardına dillendirirken ani duygu değişimlerine yönelik bir oyunculuk ders veriyor adeta. Murat Karasu, noter rolünde bir nevi anlatıcı rolü üstleniyor; herkesi kucaklayan, hakkını veren, sonuca müdahale etmeyen ama farklı boyutları da hatırlatan işleviyle seyirciye güven veriyor.

Vedi İzzi, fiziğinin yansıttığı naifliğe tezat oluşturacak şekilde yansıttığı sadist keskin nişancı rolündeki performansıyla etkileyici; hele ki ilk sahnede onu aşkıyla yanıp tutuşan bir genç olarak görünce. Nevval’in 40’lı yaşlarında Fatma Öney’i, Sevda’da Gökçe Erinç’i canlandırdıkları kişiliklerin heyecanını içlerinde taşır buldum. Tansel Öngel’in ise Simon rolünde sadece benzer bir heyecanı taşıdığına değil, o hırsı, o hıncı gözlerine, kaslarına yansıtmasına tanık oldum. Genç oyuncunun bu performansıyla epey dikkat çekeceğine inanıyorum.

“Yanık”, bu kalıcı izi görmekten çekinmeyecekler için görülmesi gereken bir oyun.

1 Bu yazı, Tiyatro… Tiyatro Dergisi’nde yayınlanmıştır.